ABD Doları’nın TL karşısında son aylarda hızla değer kazanması, ekonomiyi etkileyen başlıca olumsuz faktör haline geldi. Yükselişin nedenlerini ve Türkiye ekonomisindeki genel tabloyu Kemerburgaz Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu ile konuştuk.
En cazip konu dolardaki yükseliş olduğu için onla başlayalım. Dolar neden yükseliyor?
Hükümet yetkilileri daha çok dış etkenlerle açıklamaya çalışıyorlar. Doğru, Türkiye benzeri ülkelerde Trump’ın seçilişiyle birlikte yerel paralarda bir değer kaybı söz konusu. Bu Brezilya’da oldu, G. Afrika’da oldu, Türkiye’de oldu, Kore’de oldu, hepsi için geçerli. Bunun nedeni şu: Trump her ne kadar Amerika’da yoksullardan, küreselleşme sürecinin mağdurlarından oy aldıysa da ekonomi politikaları gerek gelir vergilerini gerek kurumsal vergileri düşürmeye ve bütçe harcamalarını artırmaya dayalı. Özellikle alt yapı yatırımları için. Bu da yeni ihaleler, projeler demek. Bu nedenle yurtdışında para tutan Amerikalı çokuluslu şirketler paralarını Amerika’ya geri getirdiler, borsalar yükseldi. Çünkü şirketlerin kar potansiyelleri önümüzdeki yıllarda artacaktı. Bunun için gereken para -çünkü trilyon dolarlara ifade edilen miktarlar- büyük oranda Amerikan hazine kağıtlarının satışından geldi. Bir kağıdı sattığınız zaman onun faizi yükselir, böylelikle Amerikan Doları cinsinden kağıtlar daha cazip hale geldi. Bir de ülkenin bütçe açığı artacağı için (bir ülkenin bütçe açığı artar borçlanma ihtiyacı artarsa, ister istemez daha zor borçlanır, faizi yükselir) Türkiye gibi ülkeler cazip olmaktan çıktılar ve bütün benzer ülkelerin paraları değer kaybetti. Doların değer kaybının bir kısmını bu etmenle açıklamak mümkün. Ama Türkiye’nin kendine özgü koşulları da bunda çok önemli rol oynadı. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse Meksika, ticaretinin yüzde 85’ini başta Amerika olmak üzere NAFTA ülkeleri ile yapar, onun parası yüzde 4 değer kaybetti. Türkiye’nin ihracatında Amerika; Almanya,İngiltere, İtalya, Irak’tan sonra gelen bir ülke. Yani Türkiye’nin bu kadar etkilenmesi için bir neden yoktu aslında. Birinci nedeni bu, kısmi açıklama. İkinci nedeni Türkiye’nin ekonomik göstergeleri çok bozuk, çok ciddi borçları var, Türkiye’nin dış borçları 420 milyar doları geçti.
“Yaklaşık 300 milyar dolar civarında döviz borcu var reel sektörün. Ekonominin aslında yumuşak karnı burası, buralarda döviz biraz daha sıçrar da şirketlerin borçlarını ödemesinde sıkıntı çıkarsa iflaslar başlayacak. Bu da zincirleme bir etki yaratacak.”
Özellikle özel sektörün borcu var, değil mi?
Evet bunun büyük kısmı özel sektör. Zaten AKP döneminde kamunun borcu çok sınırlı arttı bununla övünüyorlar, sıkı bütçe politikaları uyguladık diye. Ama özel sektörün, özellikle de bankacılık dışı reel sektörün borçları çok arttı. Bunların borçları iki türlü: yarısı yurtdışından alınmış borçlar, yarısı da Türkiye’deki bankalardan alınmış döviz borcu. Yaklaşık 300 milyar dolar civarında döviz borcu var reel sektörün. Ekonominin aslında yumuşak karnı burası, buralarda döviz biraz daha sıçrar da şirketlerin borçlarını ödemesinde sıkıntı çıkarsa iflaslar başlayacak. Bu da zincirleme bir etki yaratacak. İşte sıradan vatandaşı da böyle etkileyecek, çünkü kapanan şirketler yüzünden işsiz kalınacak. 2001 krizindeki gibi bir kriz algısı toplumda yaygınlaşırsa durumu çok sıkışık olmayan şirketler bile bu vesileyle ücretleri eksik veya geç ödeyecekler.Yani genel olarak Türkiye’nin ekonomik göstergeleri çok çok bozuk. Üçüncüsü; Türkiye genel olarak dış yatırımlara bağımlı bir ülke. Bir ülke ekonomi politikası olarak bunu tercih etmeyebilir, daha içe yönelik kalkınmacı bir iktisat politikası uygulayabilir, ben bunu yer yer destekleye de bilirim, ama madem yıllardır AKP’nin övündüğü piyasa ekonomisi uygulanıyor, bu oyunun kurallarına uygun davranmak zorundasınız. Parlamenterleri, gazetecileri hapse tıkarsanız, cemaatle ilgili operasyon çerçevesinde cemaatçilikle suçlananların yakınlarının akrabalarının da servetlerine el koyarsanız, maliyenin yaptığı vergi denetimlerinin tamamen politik bir boyutu olduğu algısı toplumda yaygınlaşırsa, yargının bağımsızlığı hukukun üstünlüğü tamamen tartışmalı hale gelmişse, bürokraside bütün atamaların liyakat kuralları dışında cemaat tarikat yandaş ilişkileri üzerinden olduğu düşünülüyorsa, ister istemez yabancı yatırımcı şu sonucu çıkarır: bir dönem senin ortağın olan, Sünni İslam temelinde ortak paydan bulunan insanlarla aran bozulduğu zaman onların mülkiyetine el koyuyorsan yarın benim başıma da benzerleri gelebilir mi? Veya ekonomik boyutuna girmeye gerek yok, Avrupa Parlamentosu başkanına “Ben senin ne fırıldak olduğunu bilmez miyim?” diyen cumhurbaşkanının bulunduğu bir ülkede, bir Fransız ya da Alman yatırımcıyla ilgili ne komplo teorileri türetilmez? Tabii bir boyutu da turizm. Turizmle ilgili Kalkınma Bakanı Lütfü Elvan’ın açıklaması vardı, diyor ki “Yurtdışından bizi karalamak amacıyla turizmimizi baltaladı Batılı çevreler.” Halbuki Fransa’da iki terör saldırısı oldu, Paris’in ve genelde Fransa’nın turizm gelirlerinde gerileme var. Türkiye’de biz artık patlamaların sayısını unuttuk. O bakımdan sokağa çıkan bir insanın Batılı turist görme şansı yok. Turizm gelirlerinin yüzde 35-40 düşmesi söz konusu. Haliyle bu da istihdam kaybına neden oluyor. Ekonominin mecalini kesen gelişmelerden biri de burada. Kısaca dövizin yükselişinin küresel faktörlerle bir ilgisi var ama bu sınırlı. Asıl Türkiye’nin kendi yapısal bozukluklarından kaynaklanıyor..
Bir yandan da doların yükseleceği belliydi, Amerikan Merkez Bankası Fed’in faiz artırması zaten beklenen bir şeydi, ki zaten faiz arttırma yoluna girmiş gözüküyor. Fakat hal böyle iken hükümet Merkez Bankası üzerine baskı yaparak zorla faizleri indirme yoluna gitti. Bunun da bir payı var mıdır yaşadığımız süreçte?
Fed’in faizleri artırma beklentisi zaten 2013 Mayısı’nda ortaya çıkmıştı. Aşağı yukarı bizim Gezi ayaklanması ile paralel bir dönemde. O zamandan bir hareketlenme başladı, TL o süreçte de değer kaybetti. Finansal piyasalarda genellikle bir adım atıldığı zaman değil, bir adım atılacağına ilişkin beklenti, algı yerleştiği zaman piyasalar hareketlenir. Fed’in zaten faiz artırması beklentisine göre piyasalar gardını almıştı, yani o konuda yeni bir gelişme olmadı. Ama Türkiye kendine özgü faktörlerle tüm kendine benzer ülkelerden ayrıştığı için, yerel parası en çok değer kaybeden ülkelerden. Bu ister istemez geçirgenlik denen döviz kurunun enflasyona yansıması sonucunu da doğuruyor. Türkiye’de enflasyonda da bir sıçrama gerçekleşti. Böylelikle mevcut faizler gerçekçi olmaktan giderek çıkmaya başladı. Dövizin hareketiyle birlikte Merkez Bankası’nın faiz kararı bekleniyor, 2014’ün Ocak ayında MB benzer bir durumda faizleri 5,5’ten 10’a çıkarmıştı, böyle bir karar alma ihtimalini ben çok yüksek görmüyorum. Zaten o zamanın başbakanı olan Erdoğan’ın onayı dışında veya kerhen onayıyla yapılmıştı. Şimdi benzer bir hamle bütün ekonomi politikası sorumlularının söylemlerini yalanlamış olur, bir de Başkanlığı bir an önce gerçekleştirme projesini de engeller. Ayrıca büyüme sosunu yaşayan bir ülkede faizlerin atrırılması manzarayı daha da bozar. O bakımdan MB sıkışmış bir durumda. Böyle bir adım da atmayıp, piyasaların taleplerini gerçekleştirmediği takdirde dövizin yukarı doğru hareketini engelleyemeyebilir.
İki veri geldi geçtiğimiz haftalarda. Biri işsizlik, ki yüzde 11’in üzerinde, bir de sanayi üretimindeki gerileme. Yani dolar dışındaki verilerde de tablo parlak değil. Buralarda da gidişat bu yönde mi gider...
Bizim hükümet yetkilileri AB ile gerilimden bahsederken hep AB’yi başarısız bir ekonomi, iflas etmiş bir ekonomi olarak tanımlıyorlar. Bunda kısmi bir doğruluk payı var ama şu anda işsizlik oranı Avro bölgesinde yüzde 10, Almanya’da yüzde 6’nın altında. İşsizlik, Türkiye henüz bir krize girmeden; -ki bir kriz algısı 15 Temmuz sonrasında sonbaharla birlikte konuşulmaya başlandı-ve işsizlik rakamları Temmuz Ağustos Eylül gibi mevsimsel olarak tarımda ve turizmde istihdamın arttığı dönemleri işaret ederken, şimdiden yüzde 11,3. Kışa doğru bu tırmanmaya geçer. Benim tahminim Türkiye üçüncü çeyrekte sıfır büyüme, muhtemelen de eksi büyüme ile karşılaşacak. Çünkü 15 Temmuz’un ciddi bir etkisi olması kaçınılmaz. 100 binin üzerinde insanın açığa alınması, insanlarda“Yarın benim başıma benzer bir şey gelir mi “ endişesinin yaygınlaşması ile birlikte insanlar kolay kolay para harcamak istemezler. Nitekim göstergeler de bunu doğruluyor. Sanayi üretiminde de bir önceki yıla göre artmak bir yana gerileme olması üçüncü çeyreğin parlak bir dönem olmayacağını gösteriyor. Özellikle doların sıçramasıyla birlikte. Ne yazık ki geçmişte ekonomik krizlerin faturasını insanlar yaşam standartlarındaki gerileme ile görürlerdi. Şimdi öyle bir yönetim var ki ekonomi ya da başka bir konuda insanların canı yandığı zaman dikkati başka bir mevzuya çekmek için hiç öngörülemeyecek yeni operasyonlara giriyor. Yani Türkiye’nin hem Suriye hem Irak’ın toprak bütünlüğünü tanımaması, kendine göre tarihsel kanıtlara dayalı bir hesaplaşma, talep içinde olması önümüzdeki günlerde ekonomi kötüleşirse daha gözü kapalı hamleler yapılacağı yolunda insanı korkutuyor.
Peki verili koşullar içinde ekonomi yönetimi ne tür adımlar atabilir? Şokları hafifletmek anlamında atacağı adımlar var mıdır?
Benim kişisel görüşüm şu: Biz atılacak adımları genelde mali politikalar ve para politikaları çerçevesinde düşünürüz. Yani faizi düşürebilirsin, bankaların karşılıklarını indirebilirsin veya maliye politikaları ile harcamaları artırıp vergileri ayarlayabilirsin. Türkiye ekonomisinin bu tip konjonktürel hamlelerle başını kaldırmasını ben mümkün görmüyorum. Bir güven ortamı, geleceğe yönelik iyimser bir hava olmadan, hukukun üstünlüğü algısı yerleşmeden ekonominin dengelerinin yerine oturması mümkün değil. AKP 2002’de hükümete geldiği zaman dünya koşullarının en uygun olduğu dönemdi. Türkiye içinse yere düşen top benzetmesi yapılabilir, topun tam yere vurmak üzere olduğu ve hiçbir gayrete gerek olmadan topun sıçrama potansiyelinin bulunduğu bir dönemde iktidara geldi AKP. Özellikle yabancıların tasarrufuna, yani dış borçlara dayalı bir büyüme modeli izlendi. Böylelikle el parasıyla nispi bir refah havası estirmiş oldu. Bir kere bu olanak ekonomik olarak tıkanmış durumda ve siyasi olarak güven ortamı yok. Bir de o dönem AB ile ortaklık müzakereleri ciddi şekilde yabancıları çekti. Biraz önce konuştuğumuz nedenlerle artık yabancı yatırımları çekmesi de mümkün değil. Bu arada kendi güçlü olduğu sektörlerde büyük ölçüde rekabet gücünü de yitirdi. Emek yoğun sektörlerde (tekstil, cam gibi) toparlanması mümkün değil. Aradan geçen zaman içinde başta Çin olmak üzere, Bangladeş, Vietnam Türkiye’nin ucuz işgücüne dayalı rekabet gücünü büyük ölçüde aldı. Bizim ürünler nispi olarak pahalı gelmeye başladı. Bu açıdan Türkiye’nin toplum olarak, yeni bir moral, yeni bir dinamizm kazanmaksızın sadece ekonomide atılacak adımlarla hamle yapması mümkün değil. Bir de, klasik bir söylem, bir ülke inovasyon yapmadan, araştırma geliştirme buluş yapmadan sıçrama gerçekleştiremez. Bunun ön koşulu iyi bir eğitim sistemidir. Eğitimde hem fırsat eşitliği hem de bürokrasive özel sektörde liyakatin belirleyici olması. Türkiye’de bunlardan hep şikayetçi olduk, ekonomide eğitimde fırsat eşitliği olmadığını, dayısı olanın, hamili kartı olanın yükseldiğini söyledik ama hiç bu kadar eğitim sisteminin ayaklar altına alındığı, liyakatin geçerliliğini yitirdiği bir dönem olmadı. Türkiye’de eğitim sistemi şoven uygulamalarla ezberci bir mantığa rağmen hiç bu kadar dini motiflerle süslü, İslamileştirme yolunda, başarılı öğrencinin kendini gösteremediği bir kulvarda olmadı. Bir de proje okullar çerçevesinde düşünürseniz, en başarılı liselere, Anadolu liselerine el atıyorlar. Ki bunlar genelde orta kesimin, memur kesiminin başarılı çocuklarının okuduğu ve hem özel sektör hem de kamu için yetişmiş iş gücünün fidelikleridir. Boğaziçi Üniversitesi ile ODTÜ ile özellikle uğraşıyorlar. Bunlar da geleceği yönelik iyimser olma şansı vermiyor.
İki soruyu bir arada sormak istiyorum. Bir, Avrupa’dan kopma ve Şanghay Beşlisi yine gündemde. Bunu yapar mı iktidar ve yaparsa ekonomik açıdan ne sonuç doğurur? İkinci soru bununla biraz bağlantısız. Şöyle bir şayia hep oldu AKP döneminde, işte ‘Türkiye ne zaman sıkışsa Körfez’den, Arap ülkelerinden sıcak para gelir ve Türkiye böylece kendini toparlar’ denirdi. Böyle bir model gerçekten var mıydı ve var idiyse sürdürülebilir mi artık?
Birincisi bir kere Türkiye orta büyüklükte bir ülke. Ne Rusya’nın ne Çin’in doğrudan doğruya reddedemeyeceği, ittifakını gözardı edemeyeceği bir ülke. Bu açıdan Şanghay Beşlisi’ne gireriz dendiği zaman Türkiye’nin Batı ile olan çelişkilerinden ister istemez onlar da yararlanmak isteyeceklerdir. Bu açıdan mültefit bir söylem tutturabilirler. Ama Şanghay Beşlisi’nin çıkış amacını hatırlarsak: özellikle Rusya’da Çeçenistan ve Dağıstan’daki Vahhabi köktendinciliğin yaygınlaşması, Çin’de de Uygur Türkleri arasındaki cihatçılığın yaygınlaşmasına tepki olarak doğdu. Geri kalan Sünni Müslüman nüfusu olan ülkeler de –Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan- bu çerçevede alındı. O bakımdan Türkiye’nin konumu zaten böyle bir kültür bazındaki ittifaka uygun değil. Öte yandan rakamlara bakıldığı zaman Türkiye’nin ihracatının giderek artan bir bölümü AB’ye yapılıyor. Çünkü Türkiye’nin alternatif coğrafyasında olan Irak, Suriye ve Libya’da Batı’nın müdahalesi sonucunda devlet ve ekonomi çökmüş durumda. Türkiye’den ithalat yapacak mecalleri kalmamış haldeler. O açıdan Türkiye’nin AB ile bağlarını koparması zaten söz konusu değil. Bütün üretim standartları, lisanslar, Türkiye’nin nispi olarak içinde olduğu tedarik zinciri diye tabir edilen çokuluslu şirketlerin üretim ağları bu çerçevede şekillenmiş durumda. Türkiye’nin bütün komşularıyla ve yükselen iki ülke olan Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştirmesi beklenir ama bunun çok stratejik bir ittifaka dönüşme şansı fazla yok. Erdoğan ve rejimini Çin ve Rusya da bizim kadar tanıyor, geçtiğimiz yıl Rus uçağını düşürüp Ruslara söylemediğini bırakmayan, evvelki yıl Çin ile füze anlaşması imzalayan sonra NATO’nun telkinleriyle bunu iptal eden güvenilmez bir müttefik olarak görünüyor. O açıdan da bunun gerçekleşme şansı yok. Bunu AB’ye karşı bir koz olarak kullanmasının nedeni, Türkiye’deki Suriyeli mülteciler. Zaten Avrupa’da tüm ülkelerde aşırı sağın yükselmesi söz konusu. Bir mülteci akınından korkuyorlar. Aslında ekonomileri bunu belki absorbe edebilecek durumda ama, yaşanan ekonomik kriz nedeniyle tepkisellik hakim. O bakımdan Türkiye sürekli bu mülteciler sopasını, ‘Kapıları açarım’ sopasını sallıyor. Gerçekten de Türkiye ile AB arasında bu konuda bir uzlaşmaya varıldıktan sonra mülteci akını da durmuş oldu. Dolayasıyla ben bunun uzun vadeli stratejik bir ortaklığa evrilmeyeceğini ama Türkiye’nin ne söylediği belli olmayan, bütün geleceği başkanlık hülyaları olan bir kişinin iki dudağı arasında olan bir ülke imajını daha fazla yerleştireceğini, ekonominin dış dengelerinde bozulma nedeniyle Batı bankalarına da çok ciddi borçları olan bir ülkeyi çok daha zor duruma düşüreceğini düşünüyorum. Buradaki en önemli faktör, Türkiye halkının bu gerçeği anlaması. Bunun siyasi olarak gereğini yapması.
Körfez sermayesi konusuna gelince: bu konuda evet sürekli şayialar yaygınlaşır. Bizler ekonomide verilerle hareket eden insanlar olarak sokaktaki insanların sorularını cevaplamakta güçlük çektik, ben hala da çekiyorum. Şöyle bir gerçek var, Türkiye ödemeler dengesinde ‘net hata noksan’ diye tabir edilen kalemle ciddi bir döviz geliri elde ediyordu. 2015 yılında 10 milyar doların üzerine bir para geldi ama baktığınız zaman bunun da yavaşladığını görüyoruz. Bir de bunun kaynağı S. Arabistan, Katar Kuveyt gibi ülkelerse, onların ekonomileri de zaten zor durumda. Zaten Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı sermayenin yılda 2,5 -3 milyar dolarlık kısmı Körfez kaynaklı konut alımlarından oluyordu. Artık İstanbul’da ve güneyde güvenlik algısının düşmesi, ekonominin eski canlılığını yitirmesi ile birlikte –nasıl ki bir dönem Beyrut’un cazibesi azaldıysa- İstanbul’un ve Türkiyenin cazibesi de azalma yoluna girecek. Bu da önümüzdeki dönemde konut alımlarını yavaşlatacak. Bir de buralar bilindiği gibi gelir ve servet dağılımın çok bozuk olduğu ülkeler, Avrupa’daki gibi orta sınıf yok. Bu konut alanların da, ki toplumun yüzde 1’lik kesimi, iştahlarının dindiğini düşünüyorum.
“İnşaat kurtarır” denir bir de. Bu maceranın da sonuna geldik gibi gözüküyor mu? Yoksa gene de bir şekilde gider mi bu sistem?
Bence üç nedenle sonuna geldik. Birincisi son dönemde kentsel dönüşüm dolayımıyla da konut yapımı çok hızlanmıştı. Her ne kadar araştırmalar Türkiye’de konut talebinin tam giderilemediğini gösteriyorsa da bunun ivmesini kaybetmesi kaçınılmazdı. Yani ilk olarak, doğal bir neden var. İkinci bir nedeni demin konuştuğumuz gibi önümüzdeki dönemde doların yüksek seyrini koruması, buna bağlı olarak faizleri zecri tedbirlerle düşürme hamlesinin sonuç vermemesi nedeniyle maliyetler de çok cazip olmaktan çıkacak. Büyük konut alımlarında KDV’yi yüzde 18’den 8’e düşürdüler, bunun nispi bir sıçrama yarattığı söyleniyor ama bu tip hamleler de etkisini yitirecek, ikinci neden bu. Üçüncü neden ülkedeki gerginlik ortamı, kutuplaşma, güvenlik kaygıları, özellikle şehirli orta sınıf insanın geleceğini yurtdışında arama çabaları, bunların hepsi konut alımlarına sekte vuracak. Genellikle insanlar bu tip dönemlerde ellerindeki nakdi gündelik harcamalara ayırma eğiliminde olur, uzun vadeli hamlelere girişme konusunda daha isteksiz davranırlar. Pembe bir tablo çizebilsek, hala konut alımı konusunda istekli olabilecek insan var Türkiye’de, ama ne yazık ki elindeki konutu elden çıkarmayı düşünenlerin sayısı önümüzdeki dönemde yeni bir konut alma hamlesine gireceklerden daha fazla olabilir. O bakımdan çok iyimser bir mesaj vermekte bütün bu söyleşide zorlandım. Ama biraz bizim de işimiz geleceği tahmin etmek, ben de uzmandan ziyade bir yurttaş olarak ne yazık ki çok pembe bir tablo görmüyorum.