Her hafta yeni bir KHK, her hafta yeni bir gözaltı-tutuklama dalgası, her hafta kapanan gazeteler, ajanslar, televizyonlar, kültür sanat dergileri. Meselenin darbe girişimiyle mücadeleden çoktan çıktığı açık. Yeni bir rejimin taşları örülüyor, ki bu da yeni bir analiz değil. 7 Haziran’dan beri bunu söyleyip duruyoruz. Ancak son hafta olup bitenler artık bu rejimin karakterini de net bir şekilde ortaya koydu. 12 Eylül döneminden beri görmediğimiz hamleler görüyoruz. Diyarbakır Belediyesi Eş Başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı tutuklanarak cezaevine gönderildiler. Hem de yaşadıkları yerden yüzlerce kilometreler öteye, Türkiye’nin öbür ucuna, Kandıra Cezaevi’ne. Kısa süre geçti ki, bu hamlenin hangi niyeti taşıdığı ortaya çıktı. Diyarbakır Belediyesi’ne de kayyım atandı: Etimesgut Kaymakamı. Şimdi bunu Diyarbakır halkının iradesine konmuş bir ipotek olarak görmeyeceğiz de nasıl göreceğiz? Bir iktidar, seçimleri bir türlü kazanamadığı bir kente kayyım atarken, bunun o bölgedeki halk tarafından nasıl anlaşılacağını bilmez mi? Bilir. Zaten bilerek yapıyorlar. “Sizin iradeniz bizim için önemli değil. Sadece bize oy verenlerin iradesi önemli” diyorlar. Kürt meselesinde kritik bir eşiği daha geçtiğimiz ortada. Artık oylar da oy olarak sayılmıyor.
Cumhuriyet gazetesine yapılan operasyon da, yeni rejimin nasıl bir medya hayal ettiğinin en önemli göstergesi. Geçtiğimiz ay zaten İMC TV, Hayatın Sesi TV, çocuklara yönelik yayın yapan Zarok TV gibi kurumlar kapatılmış, bu kurumların mal varlıkları da Hazine’ye devredilmişti. Cumhuriyet’e yönelik operasyon ise, kalan az sayıda ‘AKP yanlısı olmayan’ gazetenin tiraj açısından en güçlü olanına yönelik bir susturma hamlesinin ilk adımı görüntüsünde. Gazete yöneticileri ve yazarlarının toplu bir operasyonla sabahın köründe gözaltına alınması, ülkedeki siyasi iklimin ne aşamaya geldiğini gösteriyor. Artık darbe koşullarında yaşadığımız ortadadır. Kimin başına ne geleceği bir KHK’ya, ya da iktidarın iki dudağı arasından çıkacak hükme bakıyor.
Görünürde iki gerekçe sunuluyor: Cumhuriyet Vakfı ile ilgili iddialar (ki bu konuda süren bir dava var zaten, hal böyleyken vakıfla ilgili insanları gözaltına almanın izah edilebilir bir yanı yok), bir de gazetenin yayın politikası. Bu konuda da karşımızda bir tuhaflık var. Güya soruşturma gizli ama devletin Anadolu Ajansı, savcılığın iddialarını (ki bunlar henüz bir iddianame bile değil) bir liste halinde sıraladı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Suçları Bürosu’nun suçlamalarında ilk madde şöyle:
“Manipülasyon ile gerçeği perdeleyip, FETÖ’nün amacına uygun hareket ederek, iç kargaşa çıkartmaya ve ülkeyi yönetilemez hale getirmeye yönelik haberleri yayımlamak.”
Diğer maddelere geçmeden bunun üzerinde biraz durmak lazım. Son derece sübjektif, nereden çıktığı belli olmayan, eskilerin deyimiyle bir ‘hükm-i karakuşi’. Fakat burada şöyle bir mesele de var: Eğer bu bir suçsa, bu suçu asli olarak yıllar boyunca AKP medyası ve AKP yöneticileri işlemedi mi? Bilhassa 2009-2013 yıllarının Türkiye’sini hatırlamak herhalde yeterlidir. Şu madde de ilginç:
“Yayın çizgisi farklı olan gazetenin bu tarihten (17-25 Aralık soruşturması kastediliyor) sonra FETÖ kaynaklı haberleri manşetine taşıyarak, terör örgütlerinin PR'ı anlamına gelecek yayınlar yapmak. Bu değişim sürecinin, İlhan Selçuk ve Mustafa Balbay sonrasına denk gelmesi, Balbay'ın gazetedeki yayınlarına son verilmesi, bu konuyla ilgili Balbay'ın açıklamaları ile şüpheli Akın Atalay'ın cevapları dikkate alındığında, gazetenin bir proje dahilinde değişime zorlanması.”
Savcılık neden oturmuş, gazetenin yayın politikasıyla uğraşıyor? Bundan savcılığa ne? Eğer böyle bir sistemde yaşayacaksak, mesela bir savcı yayın politikasını beğenmediği ve “Şu yazarın ayağını kestiler” dediği gazetelerde kim var kim yok gözaltına mı alacak? Bu nasıl izah edilebilir? Buradaki Balbay vurgusu da ilginç. Savcılık, gazetenin yayın politikasına ‘Balbaycı’ bir müdahalenin mi peşinde? İzaha muhtaç bir durum.
Şu da ilginç: “Darbe girişiminden üç gün önce ‘Tasfiye beklentisi - YAŞ'ta gündem paralel olacak’ haberi.’
Bu haberi neredeyse bütün gazetelerin manşetlerinde okuduğumu hatırlıyorum – AKP medyası dahil... Böyle bir gelişme olacaksa, bir gazetenin bunu yazmasından daha doğal ne var?
En kritik gerekçelerden biri de Aydın Engin hakkında. Şunlar sıralanıyor: “Darbe girişiminden iki gün önce ‘Cihanda sulh, peki yurtta ne?’ başlığıyla kaleme aldığı yazı”; “9 Ağustos'taki ‘Hrant'ı da cemaat öldürmüş öyle mi?’ başlıklı yazısında FETÖ'den ‘cemaat’ diye bahsetmek ve Dink cinayetine ilişkin gerçekleri sulandırmaya çalışmak”.
Aydın Engin’in yazdığı makalenin izahatını yapmak bana düşmez, yazıyı bulup okuyan ne denmek istendiğini anlayacaktır. “FETÖ’den ‘Cemaat’ diye bahsetmek” neden bir gözaltı gerekçesi, o da ayrı bir mesele. Bir gazeteci her konuda devletin koyduğu tanımlara göre hareket etmek zorunda mı? Ancak şu açıkçası aklıma takıldı: Belli ki savcılığın aklında ‘Dink cinayetine ilişkin gerçekler’ diye bir şey var. Ne olduğunu açıklarsa biz de öğreniriz. Fakat kamu görevlilerinin yargılandığı ve hâlâ devam eden mahkemeden çıkan bir olgu var ki, o da bu cinayette devletin tüm kanatlarının payı olduğu. Ama biz yine de soralım: Dink cinayetine ilişkin gerçekler nelerdir?