15 Temmuz darbe girişiminden beri her gece televizyon kanallarında Gülen Cemaati’ni yeniden tanıma ve anlama seansları yapılıyor, itirafçılar tekrar sahne alıyor, yeni itirafçılar ortaya çıkıyor ve tüm Türkiye sanki bu cemaat yeni ortaya çıkmış gibi, büyülenmiş bir halde “şöyle de olmuş, şunu da yapmışlar, bunu da yapmışlar” itiraflarını, analizlerini dinliyor.
Bir olağanüstü süreçten daha, tek satır sorumluluk almadan, her şeyi karman çorman edip çıkmak istiyor bu ülke. Zamanında ona laf kondurmayan AKP ve medyasını kast etmiyorum sadece. Evet, baş sorumluluk bu çevrelerdedir şüphesiz, ancak Gülen Cemaati 2002 yılında ortaya çıkmadı. 80’lerin ortalarında görünür olmaya başlamakla birlikte, hikâyesi 70’lere, hatta 60’lara kadar uzanıyor. Ama gelin, biz 80’lerin, 90’ların başını konu edinelim. Yeni kuşaklar belki pek bilmez ama şu sürecin canlı tanığıyız: Neredeyse tüm siyasi aktörler tarafından hürmet görme, devletteki tüm işleri için kolaylık gösterilmesi, her tür protokolde yer alma, yurtdışında açtığı okullar için devlet ve hükümetler tarafından sağlanan neredeyse sınırsız destek, bilhassa Orta Asya’daki okullar hatırlatılarak bunun bir ‘devlet projesi’ olduğu yönündeki imalar, hatta imanın ötesine geçen somut gelişmeler vs.
Şunu söylemek herhalde yanlış olmaz: Gülen Cemaati hem rejim, hem de ülkenin siyasi aktörleri tarafından ‘istendi’. Birkaç nedenle: Muhtemelen merkez sağ ve merkez sol aktörler Millî Görüş çizgisi kadar rakip görmediler onu kendilerine. Ya da Cemaat’in o zamanlar çizdiği imaja bakarak “Böyle bir Müslümanlık evla olabilir” dediler. Devlet içinde örgütlenmesi de o zamandan beri biliniyordu, bilhassa Emniyet’te. Bu açıdan da belki şu düşünüldü: Solcu molcu olmasınlar da böyle olsunlar. (Devletin sol korkusuyla yaptığı işler zaten bu ülkenin temel meselelerinden biridir ve yaşadığımız birçok sorunun müsebbibidir.)
Bu gidişatı 28 Şubat bile kesemedi. Hatırlanacaktır, o dönem ortaya çıkan bir kaset yüzünden Gülen hayli zor durumda kaldı (Hani şu “Devleti ele geçirmemiz lazım” temalı vaazı), Türkiye’yi terk etti ama onun açısından bu sıkıntılı durum çok sürmedi (Gökçer Tahincioğlu geçtiğimiz hafta Milliyet’te bu havanın nasıl terse döndüğü konusunda önemli bir yazı kaleme aldı). Birkaç yıl sonra hava döndü ve o kasetten bahsetmek bile uygunsuz bir konu açmak haline getirildi.
Bunda 2002 sonrası Türkiye’deki atmosferin şüphesiz payı vardı. AKP’nin iktidara gelişinden sonra TSK içinden gelen mesajlar ve kıpırdanmalar, 28 Şubat müdahalesinin asli olarak AKP’nin yolunu açtığı yönündeki analizler, dolayısıyla TSK’nın siyasete müdahalesinin siyasetin yatağını köklü biçimde değiştirdiği ve daha büyük zararlara yol açtığı şeklindeki –gerçeklik payı da taşıyan– görüş, Cemaat’in kaybettiği imajı yeniden kazanmasını da sağladı. Ve elbette, TSK ve derin devletin ellerinin hayli kirli olması da bu atmosferi besledi.
Peşinden Dink Cinayeti ve Ergenekon, Balyoz soruşturmaları geldi. Bilhassa Dink cinayetinin iktidar mücadelesi veren kesimlerce nasıl araçsallaştırıldığına tanık olduk. Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları da yine bu mücadele içinde, bilhassa iktidar tarafından uzun bir süre araç olarak kullanıldı. Fakat şu nokta da, elbette gözden kaçırılmamalıdır: Bilhassa Ergenekon ve Balyoz davalarında sağlıklı bir yargılama yapılmadığı açıktır ancak biraz da bunun sonucu olarak bu iki meselede tam olarak ne olduğu da –hukuki olarak– anlaşılamamış, bu dosyalar –AKP eliyle– ele yüze bulaştırılarak kapatılmıştır.
Şimdi çok tuhaf bir sürecin içindeyiz artık. Medyanın büyük bir bölümü ve AKP, devleti Gülen Cemaati’nden temizlemeye çalışırken, Cemaat’e yakın medyada çalışan ve bir dönem çalışmış olan isimleri de hapse atıyor. Ancak çizgi hayli belirsiz. Daha doğrusu, çizgi nereden çekilecek, o belirsiz. Çünkü Cemaat’e toz kondurmayanların başında AKP ve medyası gelmekteydi. Yani ne zamana kadar Cemaat’in yanında olanlar hapse atılıyor, ne zamana kadar olmayanlar serbest kalıyor? Zaman aralığını bir parça uzun tutarsak AKP’yi ve birçok kesimi bu listeye sokabiliriz; üstelik hükümet Cemaat’e bu kadar yer açtığı ve gelen eleştirileri susturduğu için başlıca şüpheli konumunda. Başbakan Yıldırım da bunu bildiği için olsa gerek, 17-25 Aralık diye bir çizgi çekti. Yani, o aşamadan sonra hâlâ orada olanlar gibi bir argüman... Ancak bu, hukuki bir argüman olabilir mi? Koca bir darbe soruşturması böyle bir tarih belirlenerek yapılabilir mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan da durumun farkına varmış olacak ki, şöyle deyiverdi: “Her şeye rağmen bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya koyamamış olmanın üzüntüsü içindeyim. Bunun için hem rabbimize, hem milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de, milletim de bizi affetsin.”
Açık konuşmak gerekirse, bu da, ne hukuki ne de siyasi açıdan sağlıklı bir argüman. Gelmemiz gereken nokta bence şurası: Ta 1980’lerden itibaren Gülen Cemaati hangi ihtiyaçla, hangi mülahazayla devletin kalbine davet edilmiştir, hangi mantıkla “Onlar olmasın da bunlar olsun” denmiştir, Cemaat’ten ne beklenmiştir, hangi görevi yerine getirmesi umulmuştur?
Bu sorulara yanıt vermezsek, bu darbeyle yüzleşemeyiz. Oturur, her gece, “nasıl sızmışlar” itiraflarını dinleriz. Sormamız gereken soru “Nasıl sızmışlar?” değil, belki de “Neden sızdılar?” Bu sorunu yanıtıdır asıl, ‘devlet’le yüzleşmemizi getirecek olan.