Çoğul hikâyeleri, hafızası, hakikati ve umuduyla Güney Afrika

Yolculuk sadece mesafeler kat etmekle alakalı değil aslında, seyahat eden kişinin vardığı mekân o kişinin zihinsel, ruhsal ve duygusal bir iç yolculuk yapmasına da vesile olursa söz konusu seyahat eşsiz bir deneyime dönüşür. Geçtiğimiz ay Güney Afrika’ya yaptığım seyahat zihinsel ve duygusal bir yolculuğa da çıkabildiğim, hayatı ve yaşamı kutlayabilmenin değerini hatırlatan bir deneyim oldu.

19 Haziran günü Cape Town’da başlayıp 27 Haziran’da Johannesburg’da sona eren ve bir hafıza mekânları turu olarak nitelendirilebilecek Güney Afrika seyahatimin ardından diyebilirim ki Güney Afrika bir başka, Afrika kıtasında olmak ise bambaşka. Eğer 5 kelime ile tarif edersem Güney Afrika’yı kelimelerim hakiki, gerçek, samimi, mücadeleci ve ilham verici olurdu. 

Seyahate çıkmadan, “Güney Afrika özellikle Johannesburg çok tehlikeli, tek başına mı gidiyorsun cidden?”  tepkileriyle az karşılaşmadım değil, araştırma yaptığım bazı internet siteleriyse özellikle Johannesburg için adeta ‘hayatta kalma kılavuzları’ sunuyorlardı. Güney Afrika’da suç oranı düşük değil, Johannesburg’da tehlikeli, girilmesi tavsiye edilmeyen semtler var ama bu her yerde böyle değil mi zaten? İtalya’da, İspanya’da da hırsızlık yaygın ama insanlar bunu vurgulayarak yazmıyorlar, hırsız beyaz olunca suç oranı nedense daha tahammül edilebilir oluyor.  Aslında meselenin özü ırkçılık; Güney Afrikalıların %80’i siyah olduğu için ‘suç’ oranı ve tehlike ile ilgili zihinsel algılar daha keskinleşiyor ve uyarılar vurgulanarak belirtiliyor.

‘Siyahlar giremez’ tabelaları altında hayat 

Güney Afrika Cumhuriyeti’nin geçmişi; zulüm, baskı, sömürgecilik ve ayrımcılıktan muaf değil. Güney Afrika, II. Dünya Savaşı’nın ardından ülkede azınlıkta olan beyazların kurduğu Nasionale Parti çatısı altında beyazların hakimiyeti ele almasıyla Siyahlara hayatı zindan eden, akıl sınırlarını zorlayan ayrımcı bir uygulamayla 1948 yılından itibaren Apartheid rejimi altında yönetilmeye başlar. Hayat siyahlar için ‘Siyahlar Giremez’ tabelaları altında ve sert yaptırımların gölgesinde devam eder. Toplu taşıma, park, tuvalet, okul ve kamusal tesisler siyah ve beyaz olarak ayrılmıştır. Eğitimde siyahlar beyazların gördüğü eğitimin yarısını bile ‘kapasiteleri zaten yetmeyeceği’ gerekçesiyle görmezler, siyahların birçok bölgeye girişi yasaklanmıştır, siyahlar geçiş için özel kimlik taşımak zorundadır, bir siyah ve bir beyaz ilişki yaşayamaz, yaşarsa sonu hapis olur, siyahlar oy da kullanamaz ve birçok bölgede zorla yerlerinden edilirler. Apartheid rejimi, Afrika Ulusal Kongresi liderlerinden Nelson Mandela, Steve Biko, Robert Sobuwke, gibi politik aktivistlerin büyük bedeller ödedikleri mücadeleler sonunda 1994’de sonlanır.

Cape Town, kölelik tarihiyle yüzleşirken

İlk durağım Afrika’nın en uç noktası olan Ümit Burnu’nu da barındıran Cape Town. Hollanda’nın Güney Afrika’daki ilk sömürgesi olan Cape Town Hollanda’nın ardından Büyük Britanya’nın sömürgesi olmuş. Kölelik tarihi de sömürgeleşme ile 1658’de başlıyor ve Cape Kolonisi köleliğin merkezlerinden birisi haline geliyor. Günümüzde Cape Town’un kölelik geçmişine dair kapsamlı hafızalaştırma çalışması bir zamanlar Hollanda Doğu Hindistan şirketinin faaliyet gösterdiği, yüzlerce kölenin tutulduğu, kimilerinin hapsedildiği, ardından çeşitli işlerde çalıştırılmak üzere sevk edildiği binada yapılıyor. Bina günümüzde ‘Slave Lodge’ müzesi olarak faaliyet gösteriyor. 

Geçmişte sahipleri tarafından yeniden isimlendirilen kölelerin bir kısmına, Ocak, Şubat, Mart gibi ay isimleri veriliyormuş.   Günümüzde bir kısım Güney Afrikalı’nın soyadları halen ay isimlerinden oluşuyor ve bu onların köle geçmişinin bir göstergesi oluyor.  Cape sömürgesinde köleler 1834’te azat edilmiş ve tamamen özgürleşmeleri 1838’de gerçekleşmiş.

Müzeyi gezerken Tweede Nuwe Jar adı verilen, 2 Ocak’ta kutlanan bir karnaval dikkatimi çekiyor. Yılbaşı gecesi ve 1 Ocak, köleler için ağır çalışma günü olduğu için 2 Ocak kölelerin yeni yılı kutladıkları gün olmuş. Günümüze kadar ulaşan bu gelenek halen her 2 Ocak’ta karnaval edasıyla Cape Town sokaklarında kutlamalarla anımsanıyor.

‘Mandela en ayrıcalıklı mahkûm’

Cape Town’da bir diğer durağım, Nelson Mandela’nın 27 yıllık hapis hayatının 18 yılını geçirdiği meşhur Robben Adası oluyor. Adaya giden botların kalktığı iskeleye varmak için bindiğim taksinin şoförü bana “Oraya gidiyorsun ama bil ki Mandela bu ülkenin en ayrıcalıklı mahkûmuydu, orada sana anlatacakları hikâye daha süslü, eğer daha gerçek hikâyeler dinlemek istiyorsan District 6 Müzesi’nin yolunu tut”  diyerek tavsiyede bulunuyor. Taksi şoförü,  geçmişin mazlumu olanların bir kısmının bugünün zalimine dönüştüğünden, yönetim kademelerinde şimdi de beyazlara ayrımcılık yapıldığından bahsediyor ve  Mandela’nın ekonomi politikalarının Güney Afrika ekonomisine zarar verdiğinden dem vuruyor. “Eskiden batı ülkeleriyle, Avrupa ile ticaret yapardık, artık 3. Dünya ülkelerinde yapıyoruz, aralarında Türkiye de var tabii” diye söylenince şoför bir duraksıyorum, aslında 3. Dünya ülkesi olmadığımızı söylüyorum. Abdullah Gül darbe gecesi “Biz Afrika ülkesi değiliz” deyince, aklıma taksi şoförünün sözleri geliyor, acı acı gülümsüyorum.  

Adadaki turun ilk bir saatinde otobüslere binip adayı turluyoruz. Adada Afrika’nın olmazsa olmazı hayvanlar da var pek tabii. Hayatımın ilk penguenini görmek de Robben Adası’nda nasip oluyor. Tahmin edebileceğiniz gibi Robben Adası’nın yıldızı, Nelson Mandela. Ada turundan sonra hapishane kısmına geçiyoruz. Hapishanenin rehberleri orada tutuklu olan eski mahkûmlardan oluşuyor. Kim bilir günde kaç kez aynı hikâyeyi anlatan ve mekanikleşmiş rehberler duyguyu bizlere geçirmekte yetersiz kalıyor. Otobüs turunda eşit haklar için ömrünü adamış, Pan Afrika Kongresi’nin  (PAC) kurucularından Robert Sobuwke’nin tecrit edildiği bölümü de görebildik. Sobuwke, PAC’ın 21 Mart 1960’da ‘geçiş kanunu’na karşı ülke çapında düzenlediği protestolarda, Soweto bölgesinde etkin bir rol oynamış, geçiş hakkının sınırlandığı izin belgesinin sınırlarının dışında kalan polis karakoluna yürüyüşe önderlik ederek yasalara karşı gelmiş. Dokuz yıllık hapis cezasının altı yılını Robben Adası’nda diğer mahkûmlarla hiç bir teması olmadan, tamamen tecrit halinde geçirmiştir.

Otobüs turunda dikkatimi taşlardan oluşan bir anıt çekiyor. Apartheid rejiminin bitişinin ardından, 1995 Şubat’ında Robben Adası’nda tutuklu olan 1000’in üzerinde eski mahkûm, Nelson Mandela’nın öncülüğünde anma töreni için toplanırlar. Mandela ve diğer mahkûmlar yerden birer taş alıp üst üste koyarlar, böylece spontane bir anıt oluşur ve günümüze kadar korunur. Birçok turistin taşları almak istemesi gerekçesiyle otobüs durunca rehberimiz inmemize müsaade etmiyor. 

District 6 Müzesi: Hafızanın parçalanamayacağının kanıtı 

Ertesi gün hakkında övgüyle bahsedilen District 6 Müzesi’nin yolunu tutuyorum. 11 Şubat 1966’da, 60.000 siyahın yaşadığı ve onlarca mahalleyi içeren District 6 bölgesi, Apartheid rejimi altında Beyaz Bölge ilan edilir ve zorla yerinden edilme süreci 1968’de başlar. Toplamda 60.000 kişi zorla yerinden edilir. Evleri, mahalleleri buldozerlerle yıkılır, geriye sadece enkaz ve boşluk kalır.

Müze Aralık 1994’de kurulur, yerinden edilen binlerce insan müzenin kuruluş aşamasına ve hafızalaştırma çalışmasına katılır ve adeta müzenin küratörü olur. Müzenin zemininde yer alan District 6 krokisi, onun üzerine işaretlenen mahalleler ve geçmişteki sakinlerinin anılarını krokide işaretlenen mahallelerin üzerine yazması daha müzeden girer girmez ziyaretçiyi hikâyelere ortak ediyor. Sadece evleri, işyerleri, okulları, hastaneleri değil, hayatları da parçalanan 60.000 kişinin hafızlarının asla parçalanmayacağını gösteren nefis bir müze District 6. Hatta bugüne kadar gördüğüm en gerçek, en samimi ve en iyi müze. 

Zorla yerlerinden  edilen 60.000 kişiyle kendi coğrafyamızdan benzerlikler kurdum. Ulus Baker’in çok sevdiğim bir önermesi aklıma geliyor müzeyi gezerken, şöyle diyor Baker: ‘‘ Aralık, mesafe değildir. Mesafe birbirine ne kadar yakın, ya da örtüşmüş de olsalar iki şey, iki olgu arasındaki ‘uzaklığı’ ölçen şeydir. Aralık ise, birbirinden istedikleri kadar uzak olsunlar, iki şey, iki olgu arasındaki ‘yakınlığı’ ölçen şeydir. [...] Dünyanın en uzak yerinde gerçekleşen bir olay, bir isyan, bir sömürü, işkence ve eziyet, küçük bir çocuğun faveladaki mutsuzluk ya da sevinç tarzları- bunlar bize ‘aralıklarla’ bağlanırlar... Öyle ki onlar biziz, biz de onlar çünkü aynı sorunları, -tek ve bir olan- aynı hayatı yaşamaktayız...” 
Ben de işte aralıklarla bağlandım o insanlara ve oradaki hakikate. Yıkılan mahallelerde oynanan çocuk oyunları, o mahallelerde pişen yemekler, mahallelerin unutulmaz mekânları, taşları, enkazlarından çıkan kalıntılar, fotoğraflar hepsi oradaydı... Hayatımda ilk defa bir müzeye sarılmak istedim... Birçok müzede sıkça gördüğümüz gibi mağdurlar nesneleştirilmemişti, aksine hepsi birer özneydi, hikâyelerini müzenin yerlerinde, duvarlarında cömertçe paylaşan, kah gözümden yaş getiren, kah yüzüme tebessüm konduran insanlardı...

Altın üzerine kurulan Johannesburg

Cape Town’dan sonra ikinci durağım Johannesburg oluyor. Taşı da toprağı da mecazi anlamda değil ama cidden altın olan Johannesburg’un merkezinden halen altın çıkıyor. Şehrin merkezinde, özellikle Sandton bölgesinde oldukça lüks evler göze çarpıyor. Beverly Hills’i andıran ve otellerin çoğunlukta olduğu Sandton bölgesi birçok turistin hem merkezi olması hem de güvenli olması nedeniyle ilk tercih ettiği bölgelerin başında geliyor. 

Geçmişin acılarından, geleceğin umuduna

Johannesburg’da ilk durağım Constitution Hill oluyor. Günümüzde Constitution Hill olarak adlandırılan ve 2001’de açılan Anayasa Mahkemesi’ne ev sahipliği yapan alanın tarihi 1892’ye dayanıyor. Beyazlara hapishane olarak inşa edilmiş binaya zamanla yeni binalar eklenerek,  Apatheid rejiminin ayrımcı uygulamalarını ihlal eden siyahlar,  politik suçlular, adli suçlular ve kadınlar için hapishaneler inşa edilmiş. Beyaz ve siyahların hapsedildiği binalar ve tahmin edileceği üzerine gördükleri muamele de farklı. 

‘Dünyanın en uzun kapısı’

Apartheid rejiminin sona ermesinin ardından 2001’de kurulan Anayasa Mahkemesi, 1928’de hapishane olarak inşa edilen son binanın yerine inşa edilmiş.   Binada geçmişe ait merdiven boşluğu ve tuğlaların bir kısmı halen korunmuş, rehberimiz  “Geçmişte insanların haklarının ihlal edilmesine tanık olan bu tuğlalar günümüzde insanların haklarının korunmasına tanık oluyor” diyor.  Merdiven boşluğunda Portkekizce yazılmış olan ‘A luta continua’ (mücadele devam ediyor) yazısı olduğu gibi korunmuş.  Anayasa Mahkemesi binasının eşsiz bir kapısı var.  Rehberimiz buranın dünyanın en şeffaf ve erişilebilir mahkemesi olduğunu ve kapısının da  ‘dünyanın en uzun kapısı’ olduğunu anlatıyor. 8 metre yüksekliğindeki tahta kapının üzerine Güney Afrika temel haklar bildirgesinde yer alan 27 madde 11 dilde ve Braille alfabesiyle yazılmış. Mahkemenin bir bölümüyse sergi kısmından oluşuyor ve birbirinden güzel resim ve enstalasyonlar sergileniyor.

Mahatma Gandi, Churchill ve Nelson Mandela gibi kişilerin hapis yattığı, hapishane binaları ise günümüzde müzeleştirilmiş. Rehberimiz cezaevindeki ağır koşulları ve insanlık dışı muameleleri anlatıyor. Etnik köken ve ırka göre farklı yemekler dağıtılan, sadece beyazlara et verilen cezaevinde rehberimiz tifo, sıtma, kolera gibi hastalıkların kötü hijyen  koşulları nedeniyle nasıl yaygın olduğundan ve siyahların yerde ve beyazların yataklarda yattığından bahsediyor.  Tutukluların önemli bir kısmı Apartheid rejiminin sert kanunlarını ihlal edenlerden oluşuyor. Siyasi tutuklularsa hapishanedeki bir diğer kalabalık grup. 1950’lerde bir komünizm formu olarak görülen politik aktivite 1960’larda terörizm olarak nitelendirilyor ve yüzlerce insan hapsediliyor. 2000 kişinin kaldığı koca komplekste sadece sekiz tane duş var, haftada bir, yarım saat duş alma hakkı olan tutuklular aşırı yoğunluk ve zamansızlıktan duş alamadıkları için,  aşırdıkları sabunları eriterek yağmur yağdığında avluya fırlayarak doğal yollardan duş almaya çalışıyorlarmış. Üç metre uzunluğunda, üç metre yüksekliğinde ve bir metre genişliğinde olan tecrit hücreleriyse hapishanenin en ağır kısmı, kimileri bu hücrelerde üç gün kimileri aylar geçirmiş.

Bir tasarım harikası: ‘Battaniye sanatı’

Çetelerin ve çete liderlerinin de yoğun olarak kaldığı hapishanede en ilgi çekici olan şey ‘battaniye sanatı’. Mahkûmlar battaniyeleriyle koltuk, tank gibi çeşitli objeler tasarlamaya başlamışlar. Hapishane yöneticileri de bunu teşvik etmiş ve en iyi tasarımları yapanlara kek veya ekstra ekmek vermeye başlamış. Mahkûmlar emir üzerine hapishanedeki çete liderlerine battaniyelerden oturma odaları tasarlamışlar. Günümüzde de örnekleri sergilenen tasarımlar oldukça çarpıcı.

Kadınlar hapishanesindeyse özellikle Apartheid döneminde çıkan kanunları ihlal eden kadınların trajik hikayelerine tanık oluyoruz. Aralarında bira ürettikleri için tutuklanan kadınlar da var,  beyaz bir erkekle el ele tutuştuğu için tutuklananlar da (böyle bir durumda beyaz erkek tutuklanmıyor). Hücrelerin bir kısmını günümüzde kadınların kişisel eşyaları ve ekranlardan yansıyan görüntüleri ve hikâyeleri dolduruyor.

İç çamaşırı giymenin dahi yasak olduğu hapishanede çarpıcı sergilemeler ve enstalasyonlarla kadın seslerine yer verilmiş. Eski mahkûmlar girişteki panoda avludaki taşların biriktiği alana, ziyaretçilerden geçmişte tutuklu olan kadınların anısını onurlandırmak için bir taş atmalarını diliyorlar. Daha iyi bir dünya için mücadele eden, hakları ihlal edilen ve zulüm gören tüm kadınlar için bir taş da ben atıyorum.

Mükemmel bir hafıza kompleksi olan Constitution Hill’den hayran kalarak ve umutla ayrılıyorum. Eğer Diyarbakır Cezaevi bir gün müze olabilirse Constitution Hill gibi olmasını çok isterdim.

Soweto: Irkçılığa karşı mücadelenin simge mekânı 

Ertesi gün soluğu Soweto’da alıyorum.  Mandela’nın, Desmond Tutu’nun evlerinin de bulunduğu Soweto, ırkçılığa karşı mücadelenin simge mekânlarından birisi. Soweto’nun taşı da toprağı da hafıza ve hakikat desek yeridir.
16 Haziran 1976 Soweto’nun simgeleşmiş tarihi. Apartheid rejiminde Afrikanca dilinin okullarda zorunlu hâle getirilmesi üzerine 16 Haziran 1976’da binlerce öğrenci Soweto’da ayaklanır ve polis 600 öğrenciyi öldürür. Ayaklanmada öldürülen 12 yaşındaki Hector Pieterson ayaklanmanın simge ismi haline gelir. Soweto’da Hector Pieterson ismiyle bir müze bulunuyor ve 16 Haziran tarihi Güney Afrika’da gençlik günü olarak kutlanıyor.

Johannesburg’a yaklaşık 30 km mesafede olan Soweto’da hayatın hakikati Johannesburg merkezinde gördüğümüz Beverly Hills tarzındaki yaşamdan çok farklı. Tur kapsamında duraklarımızdan birisi de Motsoaledi teneke mahallesi oluyor. Teneke mahallede yaşayanlardan birisi bize rehberlik yapıyor. Öyle bir mahalle ki, tenekeden ev değil, adeta odacıklar var. Yol yok, elektrik, su veya ısınma için hiçbir altyapı yok. Halen mumla aydınlanıyorlar ve en büyük lüksleri eğer pil bulabilirlerse radyo dinlemek. O mahallede, boyutu 10 metrekare bile olmayan ‘okul’ beni ayrıca etkiliyor, duvarlardaki resimlere, oyuncaklara bakıyorum... Taşıma sularla yıkanan çamaşırlar, seyyar berberler, seyyar tezgâha kurulmuş cafelerden gözlerimi alamıyorum. 

El sıkışmak iyidir

Bir yandan oraya turla giden beyazlar olarak kendimi kötü hissediyorum; asgari bir yaşam seviyesinden mahrum olan onlarca insanın hayatını röntgenliyormuş ve onları nesneleştiriyormuşum hissine kapılıyor ve utanıyorum. O mahallede ve Soweto'da insanlar hep el sıkışmak istiyor, 'It is free and good to shake hands ' ( ‘El sıkışmak hem serbest ve hem de iyi diyorlar’ devamlı) , geçmişte yaşadıkları ayrımcılığı el sıkışarak unutmak istiyorlar sanki. Elim birçok elle buluşuyor.

Soweto’da şirin evler, cafeler ve sokak pazarları ,duvarlarında harika grafittiler var. Soweto’nun grafitilerle süslü meşhur kulelerinden bungee jumping yapılıyor. 

Apartheid Müzesi ve ötesi

Soweto turumun son durağı Güney Afrika’nın en meşhur müzelerinden birisi olan Apartheid Müzesi. Apartheid Müzesi’nin nasıl finanse edildiğiyse oldukça ilginç. Güney Afrika’da kumarhaneler yasallaşınca, her bir kumarhanenin bir sosyal sorumluluk projesi olması kuralı getiriliyor.  2001’de kurulan Apartheid Müzesi de hemen köşesinde bulunan Gold Reef kumarhanesinin sosyal sorumluluk projesi olarak finanse ediliyor.

Müzenin dış alanından içe doğru oldukça etkileyici bir girişi var; girişte aynalar üzerine resimleri önden ve arkadan yansıtılan insanlar görüyorsunuz. Müzeye girdiğinizdeyse oldukça hoş vitrinlerin içinde yaratıcı bir şekilde tasarlanmış obje ve resimlerle girişte gördüğünüz insanların hikâyesini keşfediyorsunuz. Müzeye girişte size iki biletten birisi düşüyor, birisinde beyazlar ve diğerinde beyaz olmayanlar yazıyor. Biletlere göre de beyazlar veya beyaz olmayanlar için tasarlanan girişlerden müzeye giriş yapıyorsunuz, aynen Apartheid dönemindeki birçok giriş gibi.

Müzede Apartheid döneminde çıkan onlarca kanun ve hak ihlalleri, ayrımcılık hakkında ayrıntılı sergilemeler var. Mücadele dönemi, Apartheid rejimin sona ermesi için yapılan direnişler, kanlı olaylar, rejimin son bulmasında rol oynayan isimlerin hikâyelerine vakıf oluyorsunuz. Müzenin son bölümü Hakikat ve Uzlaşı Komisyonu’na ayrılmış. Bu bölümde komisyona dair eleştirel ve talepkâr bir bakış hakim. Mağdurların ve mağdur yakınlarının tanıklıkları videolarda yansıtılıyor. 23 yıldır kafasında mermiyle yaşayan, sağlık hizmetlerine erişimi halen olmayan mağdurun sesini de, tazminatların nasıl yerine getirilmediğini anlatan mağdurları da, zalimlerin aftan yararlandığını ama mağdurların herhangi bir onarım veya tazminat almadıklarını da bu videolarda izliyorsunuz. Büyük umutlar bağlanan Hakikat Komisyonu’nun nasıl umutları nasıl boşa çıkardığını ve verilen sözlerin büyük kısmının tutulmadığını, halen yapılacak çok iş olduğunu bu kısımda öğreniyorsunuz.  Apartheid rejimi 22 yıl önce sonlansa da, aslında görüyoruz ki mirası ve etkileri günümüzde halen devam etmekte... 

‘Hiçbir mekânın tek bir hikâyesi yoktur’

Dünyaca ünlü Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie Ted konuşmasında ‘tek hikâyelerin’ tehlikesinden bahseder ve şöyle der: “Hiçbir mekânın tek bir hikâyesi yoktur, tek hikâyeleri reddettiğimizde ve bir mekânın asla tek bir hikâyeye sahip olmadığını fark ettiğimizde bir cennet kazanırız.’’ İşte Güney Afrika da içinde çoğul hikâyeler ve katmanlı hakikatler barındıran; zalimleri barındırdığı kadar umut etmemize vesile olan, hikâyelerinden güç bulduğumuz kahramanlara da toprak olmuş bir cennet... Güney Afrika’nın tarihinden, insanların doğayla ve hayatla kurduğu ilişkiden, insanların mücadelesinden ve geçmişle yüzleşme çabalarından öğreneceğimiz çok şey var. 

Bol dalgalı ve zorlu bir deniz yolculuğundan sonra varılan Victoria and Alfred Waterfront, marinayı da içeren bir kompleks. V&A Waterfront’da hoş cafe, restoran, tasarım mağazaları ve marketler bulunuyor ve bu alanda sokak sanatçıları tadına doyum olmaz performanslar sergiliyor. V&A Waterfront’da bulunan dönme dolap, Cape Town’un güzel manzarasını izlemek için birebir.  V&A yakınındaki Nobel Meydanı’na uğrayıp Güney Afrika’dan Nobel Barış Ödülü’nü kazanan Nelson Mandela, Desmond Tutu, Albert Luthuli ve F. W de Klerk’in yanyana konumlandırılmış heykellerini görebilirsiniz. Deniz kenarında yemek yerken dikkat edin, ayağınıza aniden bir fare ilişebilir, garsona bunu şikâyet etmeden önce iki kere düşünün, zira Güney Afrika’da insanların hayvanlarla kurduğu ilişki çok farklı, tiksinmek veya korkmak üzerine değil bir arada yaşam üzerine kurulan bir ilişki var. Garsonunuz siz “Masamın altında fare var” dediğinizde tepkinize şaşıp ‘Tabii ki fare olur, burası su kenarı” diye sizi uyarabilir. 
Güney Afrika tasarım ürünleri açısından bir cennet ve insanların yaratıcılıklarına hayran kalıyorsunuz. Cape Town’un mutenelaşan Woodstock bölgesi bunun en iyi örneklerinden birisi, duvarlarını graffitilerin süslediği Woodstock’ta Old Biscuit Mill gibi alanlarda, harika cafeler, tasarım mağazaları yer almakta. Cape Town’da Masa Dağı’na çıkıp, Cape Town’un büyüleyici manzarasına 1065 metre yükseklikten bakmak masal gibi bir deneyim. Ümit Burnu, penguenlerin yaşadığı Boulder’s plajı Cape Town’u ziyaret eden turistlerin listelerinde ilk sıralarda. Cape Town’un bir diğer güzel sürpriziyse Bo-Kaap semti.  Afrika’ya getirilen Müslüman kölelerin de ilk yerleşkelerinden birisi olan ve rengarenk evlerden oluşan Bo-Kaap  Cape Town’un Müslüman mahallesi. Bu evler nasıl renklendi diye bölgenin sakinlerinden birine sorduğumda şöyle diyor:  ‘‘Günlerden bir gün, Ramazan bayramı öncesinde  bir kadın evini boyadı, sonra bir başkası daha boyadı, boya firmalarıyla anlaşıp evler teker teker boyanmaya başladı, böylece Bo-kaap renklendi ve süreç içinde turistler için bir çekim merkezine dönüştü.’’ Bo-Kaap’ta Cape Town Müslümanlarının geçmişine de ışık tutan küçük ve şirin bir müze bulunmakta.


Kategoriler

Orta Sayfa



Yazar Hakkında