“Anneannem” kitabının yazarı avukat Fethiye Çetin bir toplantı için gittiği Kıbrıs’tan hem 1915 sonrasına dair yeni tortuların iziyle, hem de bir zamanlar Ermeni dünyasının en önemli eğitim merkezlerinden olan Melkonyan Okulu’nun yıllardır kapalı halde olması karşısında yüklendiği sorumlulukla döndü. Fethiye Çetin’in çarpıcı izlenimlerini aktarıyoruz.
Sürgün denince aklımıza, yerinden yurdundan edilmişler gelir. Yersizliğe-yurtsuzluğa mahkûm edilendir sürgün. Zorla koparıldığı yuvasının özlemiyle, bir gün o yuvaya kavuşma hayaliyle ama sonsuz bir ayrılığın amansız acısıyla yaşayandır.
Şayet sürgünde ömür tüketmişse, kendisinden sonra gelenlere, hayatlarında hiç görmedikleri yuva özlemini, yalnızlığını genetik miras bırakandır.
İnsan hiç görmediği bir yeri özler mi? 1915 Ermeni soykırımından ‘arta kalanlar’ın çocuğu Ferman Toroslar, anasının, babasının soykırım öncesi yaşadığı Kerho isimli köye özlemini, “Sürgün” isimli kitabında şu satırlarla anlatır:
“Kerho’yu hayatımda görmedim. Orası babamın, dedelerimin köyü; anamın gelin gittiği, ilk çocuğunu kucağına aldığı evi; bir gündüz vakti silah zoruyla terk edip bir daha asla geri dönemedikleri cennetleri.
Hiç görmediği, hiç yaşamadığı bir yerin özlemini nasıl çeker insan? Bu duyduğum özlem bana mı ait, anama babama mı?”
Sahi, başkasının özlemini, belleğini nasıl taşır insan, başkasının özlemini nasıl yaşar? Soyağacındaki gizli bağlantılara dikkat çeken Freud: “İnsanların geçmişe ait mirası sadece huydan ibaret değildir, ayrıca eski kuşakların belleğini de taşır” der.
Soykırım denen felaketler örgüsünün, hayatta kalanlar açısından ölünceye kadar yaşanan bir halidir gidip de gelememek, bin bir emekle yetiştirdikleri ağaçların meyvelerinden yiyememek, o çok sevdikleri çeşmelerinin suyundan bir daha içememek…
İşte bu hasret ve bir gün dönebilme umudu, tuhaf bir biçimde ikinci, üçüncü kuşaklara aktarılır.
Hayatımın son birkaç yılını, 1915 felaketiyle yerinden-yurdundan edilmişlerin, gidip de gelememişlerin, dünyanın dört bucağına dağılmışların çocukları-torunlarıyla buluşarak geçirdim.
Dedesinin köyünden getirttiği toprağı, nenesinin köyünden alınmış taş parçasını kutsal bir emanetmiş gibi özenle, okşayarak evinin en nadide köşesinde saklayanları da gördüm bu buluşmalarda, Diaspora’da üçüncü kuşak olmasına rağmen kendisini hala nenesinin, dedesinin memleketiyle tanıtanları da…
Hiç görmedikleri Anadolu fotoğraflarına bakarken toprağın kokusunu hissedenlerle, “o toprak beni çağırıyor” diyenlerle gözyaşlarımız karıştı.
Bir de başlarını güç bela soktukları evlerinden bir daha sürülenlerle, yeniden yollara düşenlerle, süreğen sürgünlerle buluştum.
Bu buluşmaların sonuncusunu Kıbrıs Ermenileri ile yaşadım.
Uluslararası Biyografi ve Otobiyografi Kurumu’nun Kıbrıs Üniversitesi ile birlikte düzenlediği uluslararası konferansa konuşmacı olarak davet edilmiştim ve bu davet sayesinde Mersin’den, Silifke’den, Adana’dan hâsılı Kilikya’dan Kıbrıs’a kaçarak hayatta kalabilmiş Ermenilerinin çocukları ve torunlarıyla; Kıbrıs savaşı sırasında yeniden sürgün yollarına düşenlerle bir araya geldim.
Dikenli tellerle, duvarlarla bölünmüş Lefkoşa (Nikosia) şehrinin güneyindeki konferansa katılabilmek için İstanbul’dan Atina’ya oradan Larnaka’ya uçmak, Kıbrıs için Atina’daki konsolosluktan ayrıca vize almak gerekiyor. Zeynep Taşkın ve Frango Karaoğlu’nun yardımları ve katkıları ile Lefkoşa’ya sorunsuz ulaşabildim. Hermine Sayan, Simon Aynedjian’la yazışarak Lefkoşa’da yaşayan Ermeni toplumu ile ilişkimi kurdu. Böylesi güzel dostlara sahip olduğum için kendimi şanslı ve ayrıcalıklı hissediyorum.
İki defa Lefkoşa’nın kuzeyine geçtim, adanın barışseverlerinin her cumartesi buluştuğu Büyük Han’a gittim, güler yüzlü, cana yakın insanlarla tanıştım, Kanal Sim’in canlı yayınına katıldım, Simge Çerkezoğlu’na röportaj verdim. Ayrılırken kırk yıllık dostlarımdan ayrılıyormuşum gibi geldi bana.
Simon, şehrin ikiye bölünmesiyle kuzeyde kalan Ermeni Mahallesi’ne götürdü beni. Bu geziye fotoğraf sanatçısı Buket Özatay da katıldı. İki katlı, cumbalı, sarı taş ve kerpiçle inşa edilmiş evlerde bugün hiçbir Ermeni yaşamıyor. Ermeniler, şehrin bölünmesiyle evlerinden ayrılıp yeniden yollara düşmüş, şehrin ve adanın güneyine taşınmışlar. Harabe haline getirilen Kilise, yeni restore edilmiş. Kilisenin bahçesindeki anıt yıkılmış.
Son gün, Armenian National Committee of Cyprus ve Moufflon Kitabevi’nin ortaklaşa düzenlediği okuma gününde “Anneannem” kitabını konuştuk, Toplantıya katılanların samimiyetleri, gözlerindeki ışıltı ve sıcaklık içimi ısıttı. Dostlukları ile güçlendiğimi hissettim. Sevgili kardeşim Dikran Altun ve sevgili eşi Şinorhik bana çevirmenlik yapmak için İstanbul’dan kalkıp gelmişlerdi. Çok duygulandım, ömrüm boyunca bu jestlerini unutmayacağım.
Melkonyan Okulu’nun durumu
Kıbrıs’a giderken Hermine, ‘Fethiye Abla, benim okulumun yakınından geçeceksin, giderken oraya bir bak” demişti. Hermine’nin sözünü ettiği, Dikran ve Şinorhik’in de okuduğu Melkonyan Eğitim Enstitüsü’ydü.
Dikran ve Buket ile birlikte Melkonyan okuluna doğru yola çıktığımızda doğrusu göreceklerimin bende uyandıracağı duygular hakkında en ufacık bilgiye ve sezgiye sahip değildim.
Garabed ve Krikor Melkonyan’ın, tütün ticaretinden elde ettikleri gelir ve mal varlıklarıyla satın aldıkları binlerce dönüm arazi üzerine inşa ettirdikleri binalar, ilk yıllarda Ermeni soykırımından kurtulan yetimlerin barındığı yetimhane olarak kullanılmış. İstanbul Ermeni Patriği Zaven, 1926 yılının Nisan ayında, Anadolu’dan topladığı 300 yetimi buraya getirmiş, okulun ilk müdürlüğünü de Zaven Patrik üstlenmiş.
Okulun bulunduğu araziye büyük bir kapıdan giriliyor, kapının iki tarafında uzanan ve devasa ağaçların oluşturduğu alanlar neredeyse birer ormanı andırıyor. Bu ağaçların ilk dönem yetimler tarafından, yani soykırım yetimleri tarafından dikildiğini, yakın zamanda Kıbrıs devletince hafıza mekânı olarak tanımlandığını öğreniyorum. Gördükleri onca zulme rağmen ayakta kalabilen, direnen, diktikleri her bir ağacı özenle bakıp büyüten yetimlerin cesaretine ve dayanaklılığına hayranlıkla dokunuyorum ağaçlara. Gerçek bir hafıza mekânı ama bunu gösteren ne bir yazı, ne bir levhaya rastlıyorum.
Daha sonra Melkonyan Eğitim Enstitüsü adıyla ve yatılı olarak hizmet veren kurum, 40 farklı ülkeden gelen Ermeni öğrencilere yıllarca ev sahipliği yapmış. Enstitü çok sayıda sanatçı ve bilim insanı yetiştirmiş.
Melkonyan kardeşlerin, ölümlerinden sonra okulun idaresi için 500.000 İngiliz poundu bıraktıklarını, her ikisinin de okulun bahçesinde gömülü olduklarını öğreniyorum.
İlk dönem yaptırılan iki büyük bina zamanla ihtiyaca cevap vermediği için ek binalar, yatakhaneler, spor salonları, stadyumlar yapılmış ama hepsi boş ve atıl durumda, ticaret merkezi hariç. Okula gelir getirsin diye yaptırılan bu merkez halen yılda 650.000 dolar gelir getiriyormuş.
İstanbul Patriği, 1920’li yıllarının oluşturduğu atmosferin etkisiyle olsa gerek okulun yönetimini AGBU’ya (Ermeni Hayırseverler Birliği) devretmiş. AGBU’nun Merkez Yürütme Kurulu 14 Mart 2004 yılında okulu kapatma kararı almış ve okul Haziran 2005’te kapanmış.
Okulun kapatılması hakkında rivayetler muhtelif ama bence sorunlar varsa bunları gidermek her şeyden önce Melkonyan Kardeşler’in niyetleri, arzuları, vasiyetleri nedeniyle boynumuzun borcudur. Ben şahsen üzerime düşeni yapmaya hazırım.
Ayrıca bu okul, eklentileri, ağaçları, bahçesindeki heykelleri ile gerçek bir hafıza mekânı. Bu açıdan üzerinde çalışılmayı, korunmayı, gençlerin buluşmasına ev sahipliği yapmayı hak ediyor.
Bir de okulun, boş, atıl ve çürümeye terk edilmiş binalarına, tesislerine bakarken son yıllarda Orta Doğu’daki yerlerinden edilen, yollara düşen, evsiz barksız kalan onlarca Ermeni çocuğu düşünüyorum, içim acıyor.
Okulun açılması, yeniden sürgün çocuklara ev sahipliği yapması, ailelerine iş olanağı sağlaması neden mümkün olmasın? Nedir engeller?
Varsa engelleri aşmak, sorunları gidermek, her şeyden önce Melkonyan Kardeşler’in, yetimlerin anılarına saygımız gereğidir.
Şimdi konuşmanın, çözüm yolları aramanın tam zamanı.