'Benim Çocuğum' belgeselinin yönetmeni Can Candan, yeni belgeseli ‘Nükleer Alaturka’ için kolları sıvadı. Türkiye’de nükleerin bazen sarsıcı, bazen trajikomik ve çoğu zaman da absürd tarihini anlatacak belgesel için kitlesel fonlama sitesi Indiegogo’da bir kampanya devam ediyor.
Benim Çocuğum’ belgeseliyle geniş bir izleyici kitlesine ulaşan yönetmen Can Candan, Türkiye’nin nükleer hikayelerine odaklanacağı yeni belgesel film projesi ‘Nükleer Alaturka’ya hazırlanıyor. Nükleer Alaturka, Türkiye’de nükleerin bazen sarsıcı, bazen trajikomik ve çoğu zaman da absürd tarihini anlatacak ilk uzun metraj belgesel filmi olmayı hedefliyor. Hazırlık çalışmaları süren bağımsız filme maddi destek sağlamak için fon toplama sitesi Indiegogo'da bir kampanya başlatıldı. Yönetmen Can Candan ile hem belgeselin hem de kampanyanın detaylarını konuştuk.
‘Nükleer Alaturka’ belgeselini çekme fikri nasıl ortaya çıktı?
‘Nükleer Alaturka’nın başlangıcı 1995’e gidiyor. O yıl Mersin Akkuyu’da nükleer karşıtı aktivistlerin düzenlediği 2. Akkuyu Şenliği’ne katılmış ve çekim yapmıştım. O dönemde Melda Keskin, Özgür Gürbüz gibi nükleere karşı mücadele eden aktivistlerle tanışmış ve nükleer karşıtı hareketi tanımaya başlamıştım. Böylece 1995’te ilk defa bu belgeselin hayalini kurmuştum. Hayal diyorum çünkü 2009’da Facebook’ta “Nükleer Alaturka Film Projesi” isimli bir grup kurup konuyla ilgili haber ve arşiv malzemelerini toplamaya başlayana kadar ortada çok somut bir çalışma yoktu. Projenin Facebook ötesinde bir film projesi olarak pişirmeye başlamamızda 2015 yılı kritik, çünkü o zamana kadar Akkuyu diye uzaklarda bir yerde, sessiz sedasız yapılmaya çalışılan nükleer enerji santrali, hükümetin Rus şirketle birlikte yürüttüğü “Akkuyu Nükleer” reklam kampanyasıyla gözüme sokulmaya başlandı. Bir yandan reklam panolarında, televizyonda, kısaca her yerde nükleeri güzelleme reklamları dönerken, bir yandan da Akkuyu’daki inşaatın temel atma töreni gerçekleşti. Aslında Akkuyu, 1976’dan beri yapılmaya çalışılıyor ve yapılamıyor ama artık AKP hükümetinin dayatmasına karşı sesimizi yükseltmenin de zamanı gelmişti. Bu yüzden ‘Nükleer Alaturka’yı gerçekleştirmek için 2015’in sonbaharında ekip olarak yola çıktık ve şu anda internet üzerinden yürüttüğümüz kitle fonlaması kampanyamızın bitmesine çok az zaman kaldı.
Birçok ülke nükleer enerji santrallerini kapatma kararı alıyorken, Türkiye’nin nükleer enerjideki ısrarını neye bağlıyorsunuz?
Hiroşima ve Nagasaki’den 10 yıl sonra 1955’te ABD ile “atomik işbirliği” anlaşmasını ilk imzalayan ülkelerden biri Türkiye’ydi. Daha sonra 1962’deki Küba Füze Krizi’ne yol açan, 1500 Hiroşima bombası gücünde 15 nükleer başlıklı Jüpiter füzesinin İzmir civarına dikilmesine izin veren de Türkiye’ydi. Türkiye ilk araştırma reaktörünü 1962’de Çekmece’de kurmuş ve bu tarihten itibaren de uranyum arama ve nükleer enerji santrali kurma çalışmalarına başlamıştı. 1976’dan bu yana da Akkuyu’da bir santral kurmaya çalışıyor. Yani halktan gizlenen bir “nükleer gelenek” söz konusu. 1979’da ABD’deki Three Mile Island kazası, dün 30. yılına giren 1986’da Çernobil felaketi, 2011’de Fukuşima felaketi ve de bir türlü çözülemeyen nükleer atık ve sızıntı sorunu, nükleer enerjinin doğru bir yol olmadığını tekrar tekrar gösterdi. Bunun sonucunda Almanya gibi teknolojik açıdan oldukça gelişmiş ülkeler nükleer enerji üretimine son verme kararı aldı. Avusturya gibi ülkeler ise zaten hiçbir zaman bu işe başlamamıştı. Ne yazık ki Türkiye’nin bir nükleer geçmişi ve bir “herkes gider Mersin’e biz gideriz tersine” geleneği var. AKP hükümeti döneminde ise HES’ler, köprüler, otoyollarla korkunç bir doğa ve yaşam tahribatı yaşıyoruz. Bu aynı zamanda medyanın ve muhalefetin susturulduğu, hukukun, şeffaflığın, hesap verilebilirliğin ihlal edildiği bir dönem. Bu dönemde de hükümet ulusal ve uluslararası sermayeyle ortaklık içinde sağlığımız, bugünümüz ve geleceğimizi mahveden projeleri asgari direnişle gerçekleştirmeye çalışıyor, çünkü bundan nemalanan, bu sermayeyle iç içe geçmiş bir hükümet var. Buna karşı halkın sesini çıkarıp hesap sorması, yaşam hakkını savunması gerekiyor. Bu mücadele içinde de biz bağımsız belgeselcilere de iş düşüyor.
Belgesel tanıtımlarında “Türkiye’nin nükleer hikayeleri” başlığı dikkat çekiyor. Seyirciyi neler bekliyor bu belgeselde?
1986’da “Çernobil bulutları” tepemizden geçerken Türkiye’de siyasi liderler, radyasyonun sağlığa olumsuz bir etkisi olmadığını iddia ederek halkı radyasyonun tehlikeleri konusunda aldatmaya çalışmışlardı. “Biraz radyasyon iyidir”, “Radyoaktif çay daha lezzetlidir”, “Radyasyon kemiklere yararlıdır” gibi söylemlerin “alaturkalığı” ve absürdlüğü, Türkiye'nin 1930’lardan bu yana yazılmakta olan nükleer tarihindeki hikayelerle birleşince ortaya trajikomik bir belgesel çıkıyor. ‘Nükleer Alaturka’da bu pek bilinmeyen yerel ve küresel hikayeleri birebir yaşayanlardan, tanıklardan, uzmanlardan, aktivistlerden, politikacılardan dinleyeceğiz. Nükleer Alaturka’yı, görsel-işitsel arşiv malzemeleri, Cem Dinlenmiş’in animasyonları ve Mozart'ın mehter marşından esinlenerek bestelediği söylenen "Rondo Alaturka”sı ya da "Türk Marşı" eşliğinde, seyirciyi kâh düşündüren, kâh güldüren, kâh hayret ve dehşet içinde bırakan bir belgesel olarak tasarlıyoruz.
Belgesele destek olmak isteyenler için kitlesel fonlama sitesi Indiegogo’da bir kampanya sürüyor.
Ülkemizde bağımsız belgeselcilik ancak bireysel ve kurumsal desteklerle mümkün oluyor. Daha önce ‘Benim Çocuğum’un için yaptığımız gibi internet üzerinden bir kitle fonlaması kampanyası başlattık. ‘Nükleer Alaturka’yı önemseniyorum diyenleri, Türkiye’nin bugüne kadar nükleere dair yaşadıklarını öğrenmek isteyenleri, çorbada benim de tuzum olsun diyenleri kitle fonlaması kampanyamız aracılığı ile ‘Nükleer Alaturka'yı sahiplenmeye ve destek olmaya davet ediyoruz. Kampanyada son günlere girmiş bulunuyoruz ama daha fazla destekçiye ihtiyacımız var. Gelin ‘Nükleer Alaturka’yı birlikte yapalım diyoruz.
Kampanyaya destek olmak için: http://igg.me/at/nuclearallaturca