Günlük dilimize yanlış da olsa yerleşmiş, birbirini tekrar eden ‘durum vaziyet’ tabirini severim ve ara sıra yazı başlığı olarak kullanmaktan kendimi alamam. Öyle yapacağım bu hafta. ‘Erdoğan rejimi’ diyebileceğimiz mevcut siyasal sistemimiz enteresan günler geçiriyor. Olumlu manada değil elbette. Ama bir yandan da bütün olup bitenler “Acaba yeni bir dönemin habercisi mi?” soruları da yaratıyor, siyaseti yakından izleyenlerin kafalarında.
Öncelikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Batı dünyasıyla ilişkisinin geldiği yeni hal, şöyle bir üzerinden geçmeyi hak ediyor. Zaten epey bir süredir netameli olan ilişki, Can Dündar ve Erdem Gül’ün yargılandığı davanın duruşmasına yabancı ülkelerin elçilerinin gelmesiyle bir tür kriz halini aldı. Erdoğan elçilere şöyle seslendi: “Dün malum bir gazetecinin mahkemesi vardı. Bu yargılamaya katılanların durumu çok önemli. İstanbul’daki konsoloslar mahkemeye geliyor. Siz kimsiniz ya, sizin ne işiniz var orada? Yani, diplomasinin de bir adabı var. Burası senin ülken değil burası Türkiye. Sen konsolosluk binası ve konsolosluk sınırları içinde hareket edebilirsin. Diğerleri izne tabidir. Bunlar kalkıp bu ülke içerisinde gövde gösterisi yapacak haddi tecavüz edebiliyorlar.”
Öncelikle diplomasi kurallarını bilenler, yabancı ülke elçilerinin konsolosluk sınırları dışında hareket etme konusunda izne tabi olmadığını bilirler. Zaten öyle olsa, konu içinden çıkılmaz bir hal alırdı ve buna ‘diplomasi’ demek pek mümkün olmazdı. Bunun da ötesinde, elçilerin böyle bir davayı izlemesi de, yaşadığımız ‘dünya’ içinde gayet normal. Erdoğan ve çevresi öyle görmüyor olabilir ama bu dava tüm dünya tarafından bilhassa ‘basın özgürlüğü’ açısından büyük bir dikkatle takip ediliyor. Dolayısıyla elçilerin, hele ki ‘kapalı oturum’ kararı verilmek istenen bir duruşmayı izlemek istemesinde olağandışı bir durum yok. Keza, vekillerin de.
Erdoğan’ın bu davaya ve Dündar ile Gül’e ayrı bir hınç beslediğini düşünmek mümkün, davanın baştan bu yana gidişatı düşünülünce. Bunun sebeplerini üzerine düşünmek de mümkün ama bu yazıda gerekli değil. Burada önemli olan, elinde yasama, yürütme, yargı ve oy gücünü toplayan iktidarın, iki gazeteciyle bu derece uğraşmasının ülkede maalesef neredeyse normal karşılanmaya başlaması. Ancak, soğukkanlı biçimde bakacak olursak, bu sürdürülebilir bir durum değil. Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi, elçilerle de kavga edecek noktaya gelmek, Erdoğan rejiminin geldiği durumu yansıtıyor.
Buna benzer bir başka gelişme de, Almanya Büyükelçisi’nin, Erdoğan’la ilgili bir şarkı yüzünden Dışişleri’ne çağrılması. Okuyoruz ki, Almanya’da bir televizyon kanalında Erdoğan’la dalga geçen bir klip hazırlanıp yayınlanmış. Klibin ya da şarkının ismi, ‘Erdowie, Erdowo, Erdowahn’. Klip izlendiğinde, Türkiye’nin hem mülteci politikasının, hem de basın üzerindeki baskıların eleştirildiği görülüyor. Bunun üzerine küplere binen Dışişleri, Ankara’daki Almanya Büyükelçisi’ni çağırıp uyarıyor. Pek diplomatik bir hamle olduğu söylenemez. Büyükelçi Erdmann’ın, görüşmede “Kültür, sanat ve basın özgürlüğü Almanya’da anayasal haktır” dediğini öğreniyoruz.
Bu gelişmenin ardından, Almanya basınının Merkel hükümetini böyle gelişmeler karşısında sessiz kalmakla eleştirdiğini de ekleyelim. Alman medyasındaki ağırlıklı görüş, mülteci anlaşması yüzünden, Başbakan Merkel’in bu tür diploması dışı davranışlara sessiz kaldığı yönünde.
Tüm bu gelişmeler olurken, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Nükleer Güvenlik Zirvesi için ABD’ye gitmeye hazırlanıyordu ve ABD Başkanı Obama’yla görüşüp görüşmeyeceği netlik kazanmamıştı. Ziyaretin öncesinde ABD tarafından bir randevu verilmediği ortaya çıktı ama son anda, Türkiye tarafının ‘gayriresmî’ de olsa bir görüşme kopardığı anlaşılıyor. ABD’nin bu tavrını ülkemizde son zamanlarda olup bitenden bağımsız düşünmek imkânsız, çünkü Erdoğan rejiminin son halinin, sadece Avrupa’da değil, ABD’de de –en diplomatik ifadeyi kullanacak olursak– sempatiyle karşılanmadığı ortada, dolayısıyla Obama’nın bu randevu meselesini zora koşarak Erdoğan’a bir mesaj vermek istediğini anlamak için diplomasi uzmanı olmak gerekmiyor.
İşte tüm bunlar olurken bir başka ilginç bir gelişme daha oldu ve Başbakan Davutoğlu Ürdün ziyareti dönüşü uçakta gazetecilerle sohbet ederken, üç akademisyenin tutuklanması konusunda, Erdoğan’ın hoşuna gitmemesi epey muhtemel laflar etti. Şöyle dedi: “Ben, prensip olarak hüküm verilene kadar, eğer herhangi bir hukuki zorunluluk yoksa, insanların tutuklu yargılanmalarına karşıyım. Sonunda beraat olursa, özgürlüklerin kısıtlanması geri ödenemeyecek bir haktır. Bana en büyük cezayı versinler ama konuşma, yürüme özgürlüğümü elimden almasınlar. 28 Şubat’ta baskılar yaşamış bir akademisyen olarak söylüyorum: Düşüncenin hiçbir türüne sınır getirilmesini kabul edemem.”
Davutoğlu, Esra Mungan’ın, zamanında başörtüsü yasağına karşı mücadele ettiğini de hatırlattı. “Zamanında başörtüsü yasağına karşı mücadele etmeyenlerin tutuklanması meşru mudur?” sorusunu saklı tutarak şunu söylemek lazım ki, Davutoğlu’nun, cepheden değilse bile kenardan, Erdoğan’a –ve dünyaya– bir mesaj gönderdiğini düşünmek mümkün. Zaten Erdoğan’a doğrudan bağlı gazetelerde (Star, Akşam, Yeni Şafak, Yeni Akit) bu sözlerin sansürlenmesi gayet açıklayıcı.
Demokratik adımların atılması için dış gelişmeleri ve iktidar içindeki çatlakları esas belirleyici olarak gören ya da bunlara bel bağlayan biri değilim ama gidişata şöyle bir baktığımızda, önümüzdeki dönem hareketli geçecek gibi görünüyor. Yaşayıp göreceğiz.