Karanlık, puslu virajların birini bırakıp diğerine giriyoruz. Bu Pazar Ankara’da yapılan bombalı saldırı, 37 canı aramızdan aldı. Kör bir şiddet eylemidir, ‘ama’sız, ‘fakat’sız kınanmalıdır. Bu bir. Sonraki günlerde yaşadıklarımız, bu eylemin toplumda nasıl bir korku iklimi yarattığını da gözler önüne serdi. Büyük kentlerde insanlar sokağa çıkmaktan çekinir hale geldi, asılsız haberler bilhassa sosyal medyada dolanmaya başladı ve kendine epey müşteri buldu, insanlar her türlü ‘yeni saldırı olacakmış’ bilgisine/dedikodusuna inanır hale geldiler.
Muhtemelen, iktidarın da istediği buydu. İnsanlar neden böyle bir yangın yerinde yaşamaya başladığımızı sorgulamasınlar, terörü kınamanın yeterli olacağını düşünüp evlerine çekilsinler. Böylece partiler de ortak bir kınama mesajı yayımlayarak görevlerini yapmış olsunlar.
Fakat şöyle bir mesele orta yerde duruyor ve yanıtlanmayı bekliyor: Hükümetin bir vakitler dünyaya örnek gösterdiği çözüm süreci neden yerle bir edilip bugünlere gelindi? Neden, ülkenin başkentinde neredeyse her hafta bombalar patlıyor?
Ya da neden, ülkenin ‘orası’nda insanlar bodrumlarda yakılarak öldürülüyor? Neden o illerde sürekli sokağa çıkma yasakları ilan ediliyor? Neden insanlar 90’ları bile geride bırakan bir atmosfer içinde yaşıyor? Neden o illerde insan hakları askıya alınmış vaziyette? Askerler, polisler neden ölüyor? Çocuklar, yaşlılar ,siviller neden ölüyor? Ve neden, devlet bu ölümler hakkında doğru dürüst bir soruşturma bile yürütmüyor?
“Artık analar ağlamıyor” dediğimiz günlerden bugünlere neden ve nasıl geldik? Çözüm sürecinin bir kenara atılması hangi politikanın gereğiydi, bu çatışmalı sürecin hesabını kimden soracağız? Ülkede 14 yıldır iktidarda olan bir parti olduğuna göre, onlardan sormamız gerekmez mi?
Ankara patlamasının öncesinde ve sonrasında olanlar nasıl bir atmosferde yaşadığımızı ve yaşamaya devam edecek gibi göründüğümüzü gözler önüne seriyor işte. Barış için imza veren akademisyenlerden üçü Salı gecesi tutuklandı: Yrd. Doç. Esra Mungan, Yrd. Doç. Muzaffer Kaya ve Doç. Dr. Kıvanç Ersoy. Tanıyoruz bu isimleri. Çözüm süreci döneminde barış için çalıştıklarını da biliyoruz. Ama belli ki öyle icap etti, tutuklandılar. Tutuklanma gerekçeleri de rejimin yeni karakterini gözler önüne seriyor: “Sözde barış talebi altında PKK propagandası yapmak” ve “Devletin katliam yaptığından bahsedip asıl saldırıları gerçekleştiren terör örgütü mensuplarının eylemlerine hiç değinilmemesi.”
Buradan açıkça anlaşılıyor ki, devletin insan hakkı ihlallerini eleştirmek, terörist sayılmak için yeterli oluyor artık yargıya göre. Ve insanlar (bu örnekte akademisyenler), söylemedikleri bir şey için de tutuklanabiliyorlar.
Üç akademisyen ifade verirken onlara destek için Adliye’ye giden Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Chrise Stephenson’un başına gelenler de es geçilecek gibi değil. Çantasından HDP’nin Newroz broşürleri çıktığı gerekçesiyle gözaltına alınan Stephenson için sınırdışı prosedürü işletilmesine karar verildi. Bu yazı yazılırken, Stephenson’ın Londra uçağıyla ülkesine döndüğünü öğrendik. En diplomatik ifadeyi kullanacak olursak, bunun hukuka uygun bir uygulama olduğunu söylemek mümkün değil. İşin aslı, 12 Eylül dönemini hatırlatan bir tasarrufla karşı karşıyayız. Zaten bütün bunların hemen öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle diyordu: “Unvanının milletvekili, akademisyen, yazar, gazeteci, sivil toplum kuruluşu yöneticisi olması, o kişinin aslında bir terörist olduğu gerçeğini değiştirmez.”
Milletvekili demişken, o alanda da 90’ları hayli hatırlatan gelişmeler oluyor. HPD’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması yine gündemde. HDP eş genel başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile İzmir milletvekili Ertuğrul Kürkçü, Ankara milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Hakkâri milletvekili Selma Irmak’ın dokunulmazlıklarının kaldırılması yönündeki fezlekeler geçen hafta Meclis Başkanlığı’na ulaşmıştı. Erdoğan Çarşamba günü yaptığı konuşmada, Meclis’in dokunulmazlıkları kaldırarak “görevini yerine getirmesi” gerektiğini söyledi ve “Parlamento gerekli tavrı ortaya koymazsa, bu millet ve bu tarih bunun hesabını sorar. Şehitler hesabını sorar” dedi. Cumhurbaşkanı aynı konuşmasında, ‘terörizm’ tanımının yeniden düzenlenmesi ve Ceza Kanunu’nda bu yönde değişiklikler yapılması gerektiğini yineledi.
Devletin Kürt meselesindeki şu yeni politikasını eleştiren herkesin ‘terörist’ sayılabileceği, kanunların esnetilerek bu konuda muhalif ses çıkaranların hapse atılabileceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Haftaiçinde Kandil’den gelen açıklamalar da çatışmanın derinleşeceğini gösteriyor.
Mesele şu: Tüm taraflar bu yöntemle bir yere varılamayacağını iyi biliyor. Yapıldı, denendi. Binlerce insanın ölümüyle, yerinden yurdundan edilmesiyle, hapse atılmasıyla, sorunun daha da derinleşmesiyle kaldık.
Beri yandan, denenmiş bir yöntem daha var. Bu devlet iki yıl boyunca Kürt meselesinin taraflarıyla müzakere yürüttü. Yani bu, altını çizerek söyleyelim, yapılabiliyor.
Dolayısıyla, sormak zorundayız: Bu yangın niye? Neden müzakere masasına yeniden dönülemiyor? Umutsuzluk ve karamsarlık içinde hareket eden bir toplum yaratmak, insanları “Ya bizdensin ya da teröristsin” diye ikiye ayırmak kimin işine geliyor? Böyle bir ruh halinin üzerine nasıl bir rejim bina edilmek isteniyor?
Bu soruları, isteyen, istediği tarafa sorabilir. Ancak bu ülkeyi yöneten bir iktidar var ve ülkede olup bitenlerden onlar sorumlu. Dolayısıyla, iktidara sormak zorundayız: Neden bu yangın yerinde yaşıyoruz?