“Diyarbakır Sur’u öyle inşa
edeceğiz ki, aynen Toledo gibi mimari dokusuyla herkesin görmek
istediği bir yer haline gelecek. Bakanlar Kurulu’nda eylem planına
nihai şeklini vereceğiz. Ardından bölgeden gelen işadamları ile
bir toplantı yapacağım. Salı günü baroların da içinde olduğu
sivil toplum kuruluşları ile toplantı yapacağım. Çarşamba günü
bölgenin bütün mülki yöneticileri ile rehabilitasyon planını
ve son güvenlik durumunu ele alacağım. Cuma günü Mardin’e
gidip kamuoyuna ilk açıklamalarımızı yapacağız. Sonra niyetim,
her cuma namazını Doğu ve Güneydoğu’da bir başka ilde kılmak.
Cumartesi de kalacağım.”
Başbakan Davutoğlu’nun bu sözlerle ayrıntılandırdığı “Suriçi’ni Toledo yapacağız” açıklaması, hafta boyunca tartışıldı, normal olarak. Kimi Toledo’nun İspanya İç Savaşı’nda Franco faşizmine direnmesine vurgu yaptı, kimi Toledo’nun İspanya’da özerk bir bölgenin başkenti olmasına. Bunlar elbette haklı eleştiriler. Davutoğlu ve AKP çevrelerinin vurgulamak istediği ise belli ki İspanya’daki İslam uygarlığına referans vermek ve bu uygarlığın daha sonra diğer dini kültürlerle nasıl yaşayabildiğini merkeze almak. Bu da olabilir elbette, ama meselemiz şu: Diyarbakır düşünüldüğünde Toledo’yu örnek almamıza gerek var mı?
Bence yok. İspanya’nın, Emevi uygarlığından “Yeniden fetih”e (reconquista), Engizisyon mahkemelerinden Yahudilerin ve Müslümanların sürülmesine, Katoliklikten, anarşizme, iç savaştaki direnişten Franco faşizmine, oradan 80’ler boyunca normalleşmesine çok derin ve çok boyutlu bir tarihi var. Bu tarihten herkes meşrebine göre bir parçayı örnek alabilir elbette, ama epey kendine özgü bir tarihten bahsediyoruz.
Oysa Diyarbakır’ın şu son 100 yıllık tarihi bile bize bambaşka şeyler anlatır. Nirengi taşını 1915’e koyarsak mesela, bambaşka bir tarih çıkar. Yurdundan sürülen, katledilen, topraklarından koparılan bir halkın tarihidir. Diyelim 1970’ler Mehdi Zana’nın belediye başkanı olduğu bir Diyarbakır’dır. 80’ler ise cunta döneminde Kürtlere reva görülen insanlık dışı muamelenin cisim bulduğu Diyarbakır Cezaevi’nin tarihidir. 90’lar fail-i meçhullerin, ensesinden vurulan gazetecilerin, kaçırılan ve bir daha kendisinden haber alınamayanların tarihidir. Diyarbakır mesela biraz da Vedat Aydın’ın katledilmesi ve cenazesidir. Musa Anter’in katledilmesidir. Nevruz’dur mesela. 1992 Nevruzu. Süreçtir ya da. Öcalan’ın mektubunun okunduğu tarihi Nevruzdur.
Ama o kadar değil. Suriçi’ndeki Surp Giragos’tur, Süryani Kilisesi’dir. Her yıl “Diyarbakır’ın son Ermenisi” diye toprağa verilen, yüzünden 100 yılın izinin okunabildiği yaşlı başlı Ermenilerdir. Onlardır Diyarbakır.
O kadar da değil. Göçtür Diyarbakır. 90’lar boyunca göç edilen yerdir. Şimdilerde mecburen terk edilen. Tam da şimdilerde, sokağa çıkma yasağının başkentidir. Evi barkı tankla topla yıkılanların, sınırsız bir şiddete maruz kalanların başkentidir Diyarbakır. Gidenlerin bir daha dönüp dönmeyeceğini bilmediği.
Müteahhitlerin gözünü diktiği yerdir Diyarbakır, belli ki. Rant ekonomisi üzerinde duran, ancak durduğu bu zemin gitgide çatlamaya başlayan AKP ekonomisinin gözünü diktiği yerdir, nihayetinde.
Devletin hem ekonomik hem de siyasi hesaplarının başkentidir, yani. Savaşla gittiği 1 Kasım seçimlerinden tek parti iktidarını koruyarak çıkan Erdoğan’ın “Başkanlık referandumunu da aynı formülle alamaz mıyım?” hesaplarının kurbanıdır belki de. Üzerinden birçok hesabın görüldüğü kenttir nihayetinde Diyarbakır. Bilinmez bu abluka mesela daha ne kadar sürecek, hangi hesaplar ne şekilde görülecek…
İşte bu Diyarbakır’a giydirilmek istenen gömleğe meze edilen bir kenttir Toledo da. AKP türü inşaat İslamcılığı artık kendine yeni bir alan buldu belli ki. Büyük kentlerde deniz bittiğinden midir nedir, artık yepyeni bir aşamaya geçildi. Savaşı ve milliyetçiliği körükleyerek bir yerleri yaşanmaz hale getirmek, şiddet dalgasının ardından da kerameti kendinden menkul bir“medeniyet”ambalajı ile sarılı kentsel dönüşüm projeleriyle hem yeni iktidar oyunları oynamak hem de müteahhitlere yeni projeler bulmak.
Devlet artık böyle bir şey bu ülkede. Kapitalizm hiçbir zaman şakalarla, oyunlarla gelmez, bunu biliyoruz. Mutlaka bir devlet kudretine ihtiyaç duyar. Aynı 24 Ocak 1980 kararlarının 12 Eylül darbesiyle uygulanması gibi. Elbette 2015’e geldiğimizde oyun aynı şekilde oynanmayacaktı. Kendine yeni yollar bulacaktı. Bulunan yol da bu oldu işte. Buraya kadarkiler inandırıcı gelmedi mi? Öyleyse Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hafta başında Şili’de sarf ettiği sözlerine bir bakın:
“Ben sayın Obama’yla da sayın Putin’le de, diğer AB üyesi ülkelerin liderleriyle G-20 de tek tek konuştum ve kendilerine tek tek şunu teklif ettim: Suriye topraklarının kuzeyinde bir şehir kuralım. Biz inşaatta mahir bir ülkeyiz. Bir donörler oluşsun, verilecek destekle oralarda konutlar inşa etmek istiyoruz. Gerek Suriye’den çıkacak olan mültecilere gerekse Türkiye’deki mültecilere biz oralarda konutlar yapalım. Bunun için iki şey çok önemli terörden arındırılmış bölge, ki bu bölge var. Ama bir de uçuşa yasak bölge ilan etmemiz gerekir ki bu insanlar korku içinde olmasın, yaşamasınlar.”
Yani şimdi şu sözlerde hem müteahhitlere iş, hem de “uçuşa yasak bölge niyetimizi bir de bu yoldan kabul ettirebilir miyiz” hesabı yatmıyor mu?
Bu siyaset, mantığımızın ötesinde bir şey. Nutkum tutuluyor ve diyecek bir şey bulamıyorum doğrusu…