Bu ülkenin, ya da şöyle diyelim, bu iktidarın genişliği karşısında aslında insanın sükunetini koruması çok zor. Niye böyle diyorum? Şundan. İnsan ister istemez çözüm süreci boyunca edilen o büyük büyük lafları hatırlıyor, aklından çıkaramıyor. Konu her açıldığında AKP çevrelerinden de gelen “90’lar cehennemi” temalı konuşmaları, yazıları nasıl unutabiliriz? Kimi zaman bu meseleyle yıllar boyunca uğraşmış, davaların, toplu mezar kazılarının, otopsilerin çilesini çekmiş insan hakları savunucularını bile yaya bırakacak lafları nasıl unutabiliriz? Elbette ki doğrudur, AKP’nin çözüm projesinin altı boştu, bu lafların havada kaldığı ve siyasi konjonktür gereği edildiği belliydi, ama nihayetinde edildi. AKP tabanı ve örgütü de bu lafları (içlerinden ne geçirdiler bilinmez) onay verircesine başları sallayarak dinlediler, kimi zaman –kameralar önünde- ayağa fırlayıp alkışladılar.
Doğruydu, o dönem “90’lar cehennemi”ydi; ama bunu zaten az evvel bahsettiğim insan hakları savunucuları ve Kürt gazeteciler, yıllardır söyleyip duruyorlardı. Öyle icap etti, AKP de bu meseleye şöyle bir daldı. Ve meseleye her dalındığında, elbette ki o dönemin, yani 90’ların medyasından, ordu vesayetinden söz edildi. O dönemlerin artık geride kaldığı defalarca söylendi. Biraz iddialı laflardı, ama meselenin mağdurları ve muhatapları ne yapsın, eh, dur bakalım dendi. Bir yandan da şu açık seçik belliydi: Yeni bir siyasi hegemonyanın taşları örülüyordu, iktidar her ne yaparsa yapsın bunu haklı bulacak ve gerekçelendirecek bir hegemonik söylemin altyapısı günden güne kuruluyordu; medyasıyla, üniversitesiyle, yargısıyla, ordusuyla, polisiyle...
Bütün bu süreç tamamlandı ve mesele tersine döndü. Bunun ne şekilde olduğunu, artık herhalde tekrarlamaya gerek yok. Ama önümüzdeki tablo gerçekten korkunç. Her gün siviller, sadece sokaklarda bile değil, evlerinde otururken öldürülüyorlar. Bu ölümlerin çoğunda oklar devleti gösterse de, devlet, soruşturma açma, hatta izahat yapma zahmetine bile katlanmıyor. Mahalleler, evler, tank-top ateşi altında, ölenlerin cenazeleri alınamıyor, gömülemiyor, cenazelerini toprağa veremeyen aileler açlık grevine başlıyor. Kimi cenazeler artık tanınmaz halde, kimilerinin canlıyken infaz edildiği bilgisi geliyor. Bu arada sivil derken, bebeklerden, çocuklardan, yaşlı insanlardan söz ediyoruz, bunu da hatırlamakta fayda var. Yetmedi, insanlar yerlerinden yurtlarından ediliyor, yani bu şiddet dalgasına bir de demografik yapıyı değiştirme (ve kim bilir bazı bölgeler için kentsel dönüşüm) hamleleri eşlik ediyor. Demokratik herhangi bir ülkede serbestçe tartışılacak “öz yönetim” bahsi açıldığında, fiili başkanlık makamı “dokunulmazlıkları kaldırılsın” diye yargıya buyuruyor. Yargı, zaten harekete geçmeye hazır, hemen soruşturma başlıyor. Beri yandan merkez medya da hemen “ihanet” diyerek yeni devletinin yanına koşuyor. Belediye eşbaşkanları “öz yönetim ilanı etme olasılığı” gerekçesiyle tutuklanıyorlar. Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi, Şırnak’ın Silopi ilçesinde 4 Ocak Pazartesi akşamı üç Kürt kadın siyasetçi Seve Demir, Pakize Nayır ve Fatma Uyar’ın da aralarında olduğu dört sivilin öldürüldüğü ortaya çıkıyor. Otopsiye giren HDP Şırnak Milletvekili Leyla Birlik, kadın siyasetçilerin yaralıyken öldürüldüğünü düşünüyor. Şöyle diyor Birlik: “Yüzünün üçte ikisi yok olmuş bir insan, ölür. Eğer Seve kafasına o darbeyi ilk anda almış olsaydı, Cabbar, ‘Seve heval da yaralı’ demezdi, ölü derdi. Israrla ‘yaralıyız’ diyor. O yüzden, bence sonradan katlettiler arkadaşlarımızı.”
Açıkçası çok ağır bir tablo ile karşı karşıyayız. Yaşananlar korkunç ve içinde yaşadığımız bu döneme, ileride “2015’ler cehennemi” diyeceğiz. Bunu söylemek için 10-20 yıl sonrasını beklemeye gerek yok, şimdi de söyleyebiliriz: 90’ların ötesinde bir durum ile karşı karşıyayız.
Karşı karşıya olduğumuz, öncelikle derin bir hukuksuzluktur. Ölen sivillerin ne şekilde hayatını kaybettiği kayıtlara geçemiyor, insan hakları savunucularının söylediğine göre, otopsi raporları bir analiz yapılmadan yazılıyor. Dolayısıyla, otopsi raporlarından yola çıkarak zanlı belirlemek imkânsız hale geliyor. Devlet, kendi vatandaşlarının ölümünden şeklen bile olsa bir sorumluluk duymuyor; rutinin gereğini dahi yerine getirmiyor, bir izahatte bile bulunmaya tenezzül etmiyor. Sokağa çıkma yasakları, günler, haftalar, aylar boyunca sürüyor. Ve ilave olarak: Bir zamanlar “90’lar cehennemi” diye ortalıkta dolaşanlar, şu “2015’ler cehennemi” hakkında ağızlarını bile açmıyorlar. Ağızlarını açmayı geçtim, bu şiddet dalgasını tevil etmek için gerekçeler bulmaya çalışıyorlar.
Her seferinde söylüyorum, ama tekrar tekrar söylemek şart: Bu sürdürülebilir bir tablo değil. İktidarı etkileme gücü olan herkesin bir an önce müzakerelere başlanması için çaba göstermesi lazım. Her gün daha fazla can gidiyor ve her gün aradaki mesafe daha fazla açılıyor.
Şöyle bitireyim en iyisi: Geçen gün, İstanbul’da yaşayan ve çok da politik olmayan bir Kürt dostumla konuşuyorduk. Dertliydi. Orada olan bitene, Batı’nın ilgisizliğinden dertliydi. Ve sohbetin bir yerinde şöyle söyledi: “Madem orada olup bitenle bu kadar ilgisizler, öz yönetim denince neden ayağa fırlıyorlar?”
Açıkçası, ben yanıt bulamadım.