Bu memlekette büyümüş olmak yanında
tatlı bir delilik de getiriyor herhalde. Spielberg’in son filmini
izlerken, her casus filminde olduğu gibi, Türkiye’nin adı
geçince garip bir hareketlenme oldu sinemada. Az sonra, Sovyet
elçisi Amerikalı arabulucunun üşüdüğünü görünce “en
iyisinden bir Ermeni konyağı” ikram ettiğinde de aynı
hareketlenme yaşandı – en azından bizim oturduğumuz sırada.
Sadece adlarımızın geçmesinin bile bizi mutlu etmesi, kendi
içinde bir naiflik taşısa da, aslında çok kesif bir acıya
işaret ediyor.
Ben yıllardır şarabın anavatanın burası olduğunu anlatmaktan sıkılmadım ama dinleyenler sıkılmış olabilir. Anlatılan binlerce yıllık hikâyeler çok uzak ve hayal dahi edilemeyen bir maziyi andığından, pek bir şey ifade etmiyor da olabilir.
O kadar uzak olmayan bazı çağdaş lezzetler de buralardan geçmiş, iz bırakmışlar ama onlara da pek sahip çıkmamışız. Örneğin, İstanbul’da ve dünyada hemen herkesin ‘Yunan konyağı’ diye bildiği, aslında şarabın damıtılmasıyla üretilen bir brendi olan Metaxa... 1888 yılında Spiros Metaxa, konyaklardan ya da daha doğru söylenişiyle brendiden farklı bir yol izleyerek üretmeye başlıyor bu içkiyi. Damıtılmış şarabı, çok hoş kokulu ve lezzetli misket şarabıyla karıştırıyor; seyreltmeyi de çeşitli çiçek özleriyle bekletilmiş suyla yapıyor. (Bolca gül yaprağı kullandığı rivayet edilir.) Yüksek alkol oranına rağmen, yumuşak ve lezzetli içimini bu özel üretime borçlu olan Metaxa’nın özellikle yedi yıldızlısını tavsiye ederim. İlk sarhoşluğunu daha beş-altı yaşındayken babasının Metaxa’sından kaçak yudumlar alarak yaşamış bir obur olarak, tıpkı babam gibi ben de evimden hiç eksik etmem bu içkiyi. Nadin de, hâlâ, hastalandığında mutlaka bir-iki yudum içer.
Spiros ve kardeşi, önce Pire Limanı yakınlarında, ardından Odessa’da, sonra da İstanbul’da imalathaneler açıyorlar. Başta Mısır olmak üzere, doğuya satışlar İstanbul’daki imalathaneden yapılıyor. Misafir odasının duvarında Abdülhamid’in gönderdiği nişanın asılı olduğu rivayet ediliyor. Metaxa da, diğer pek çok şey gibi, değişen İstanbul’a ayak uyduramayıp gidiyor. Gitmekle kalmayıp, dünyanın en tanınan içkilerinden biri haline geliyor. Tıpkı, yolu İstanbul’dan geçen Smirnoff votkası gibi...
Smirnoff Vodka, 800 yıllık bir üretim geleneğinin devamı aslında. Ekim Devrimi öncesinde Çar’ın resmi tedarikçiliğine yükselen, dünya çapında tanınan, hatta şişelerinde kraliyet armasını kullanma hakkına sahip olan Smirnoff vodkalarının üreticisi Vladimir Smirnoff için hayat Ekim Devrimi’yle tepetaklak oluyor.
İdamdan kaçıp, sayıları 150 bini bulan sığınmacı gibi, o da İstanbul’a geliyor. İstanbul’a damgasını vuran Beyaz Rusların çoğunun öyküsü enteresan; öyküleri kadar, İstanbul’a kattıkları da muazzam. Beyaz eldivenleriyle servis yapan şık garsonlardan, restoranlarda arya söyleyen kadınlara ve Rus lokantalarına kadar pek çok şey kalmış onlardan. Mesela, bugün pastaneden çıkan ponçik, Beyaz Ruslardan bize yadigâr. Çiçek Pasajı’nın bu adı almasının nedeni de, oraya sığınıp çiçek satan beyaz Rus göçmenler. ‘Beyaz Rus’ dendiğine bakmayın; bu isimle çağırılmalarının sebebi, Rusya’da Bolşevik devrime karşı savaşan Beyaz Ordu’nun tarafını tutmaları.
Bu büyük kafileyle İstanbul’a gelen Vladimir Smirnoff, imalathanesini Galata’da bir ara sokakta açıyor. Burada tutunamayınca, dört yıl sonra İstanbul’dan ayrılıyor. İyi de ediyor, çünkü o gün ayrlmasa, 1940’lı yıllarda üretime son vermek zorunda kalacaktı.
Tıpkı yaşadığım sokağın köşesindeki Bilecik Apartmanı’nın sahibi Berberyan ailesi gibi. ‘Bilecik’, zamanın en ünlü rakısydı ama tekelleşme sürecinde üretimi yasaklanmıştı. 2003 yılına kadar, özel sektörün yüksek alkollü içki üretmesi yasak olarak kaldı.
Bugün uygulanan yeni yasak ve sürekli olarak yapılan ÖTV zamlarını düşündüğünüzde, dünya devi olmuş Metaxa ve Smirnoff gibi markaların neden buralarda tutunamadığı çok iyi anlaşılıyor. Yine de, yollarının buralardan geçmiş olduğunu bilmek güzel.
Yılbaşı sabahı bereket getirmesi için kırılan narın taneleri gibi dünyaya dağılmış olsa da, birçok farklı şekilde, İstanbul’un taneleri hâlâ hayatımızda.