Pek çok acıya, katliama, faili meçhul cinayete tanık olduğumuz 2015, bu ağır içeriğiyle doğası gereği yüzyıllık Ermeni Soykırımı’na gönderme yaparken, kültür sanat dünyası da bu resmi tabuyla yüzleşilen pek çok etkinliğe ve işe evsahipliği yaptı. Farklı alanlardan isimlere bu yılın iz bırakan etkinliklerini ve o etkinliklerin toplumsal bellek üzerindeki etkilerini sorduk.
VARTAN
ESTUKYAN
TUĞBA ESEN
MARAL DİNK
TalinBüyükkürkciyan (dansçı): ‘Filmler, sergiler halka resmi tarih ötesi bir şey olduğunu anlatıyor’
Bu tür etkinlikleri önemli buluyorum. Devlet nezdinde değil, fakat toplumu etkileyen, öğreten bir yapısı var. Benim de sanatçılarından biri olduğum Depo'da Eylül ve Ekim ayında yer alan ‘Torunlar’ sergisi de böyle bir görev üstleniyordu. Diasporadan gelen ve İstanbul'da olan Ermeni sanatçılar kendi işlerini bu vesileyle sergiledi. İşler temelde 100. yılını temel alan işler değildi fakat her Ermeni sanatçının her Ermeni vatandaş gibi derdi aslen bu oluyor. Dolayısıyla soykırıma veya yarattığı travmaya değinmemek mümkün değil. Eğer iş bunu anlatan bir iş değilse bile gezen, izleyen kıyısından köşesinden böyle bir okuma yapabiliyor. ‘Torunlar’ sergisindeki işler soykırımı değil, bizleri anlatıyordu. Bence bu sergiyi gezenler, sanatçıların nelerden etkilendiğini, nasıl yarattıklarını gördü. Sergiye benim özelimde bakacak olursam, burası kimin, kim öncelikli olarak buraya gelmişti teması çerçevesinde absürt bir masal yazarak, seyircilere kulaklıkla dinlettim. Ayrıca ‘Tekinsiz’ adında bir dans gösterisini de sergi mekânında izleyiciye iki defa sunduk. Sergiyi gezenler ve izleyenler birçok şey öğrendiklerini söylüyorlardı. Sonuç olarak Fatih Akın'ın, Özcan Alper'in filmleri gibi filmler, sergiler halka resmi tarih ötesi bir şey olduğunu anlatıyor çünkü halk gerçekten bilmiyor. Evet, bu sergiyi gezenler de sonuçta konuya ilgi duyan, empati gösterenler ama hiç yoktan iyidir. Belki bu kabulleniş bu gün olmayacak fakat bir süre sonra toplumun çoğunluğunun bildiği ve inkâr etse de unutamadığı bir gerçek olarak yerini alacak.
Sarem Külegeç Şeşetyan (psikolojik danışman): ‘Meramın sonu gelmesin ama ‘derdimiz’ eserden gerçek olsun’
Sanatın bir yanıyla söylenmeyeni söyleme ayrıcalığı var. Aynı çocuklar ve deliler gibi... “Büyük insanlar” “ciddiyetle” “gerçekleri” istişare ederken... Hamlet bir piyesle üvey babasına meydan okuyor, Jean de la Fontaine şiirlerle toplumun önde gelenlerini eleştiriyor... Her eser sanatçının kurgusu olduğu için özgür ve dokunulmaz... Şartlar el verdiğince özgür ve dokunulmaz... Yoksa hâlâ yakılan kitapların, yıkılan heykellerin dünyasında yaşadığımız bir gerçek.
Sanatın dokunulmazlığı tabuları göz önüne döküveriyor. Dünün gizlisi, bugünün eseri, hatta yarının gerçeği oluveriyor. Normalleşme sürecine katkıda bulunuyor. Bu anlamada 100. yıl hatırası ve bu hatıranın sanatçılara çağrıştırdıkları çok anlamlı. Bizler de bu esnada; harika eserler dinleyip, resimler izleyip, yerleştirmeler geziyoruz. Şahsen bir senedir birçok eserden çokça etkilendim, etkileniyorum: System Of a Down'un Yerevan performansından, Aslı Çavuşoğlu'nun 'kırmızı'sından, Tigran Hamasyan'ın Lusi Luso konserinden, Galata Rum okulundaki kemik tozlarından, Dilek Winchester'ın “kendinibeğenmişçesinesankibizdenöncehiçbirşeysöylenmemişçesinegillerden” 'nden, Eileen Khatchadourian'dan, Gomidas ' ın ' hov arek' inden, Paris Büyükşehir Belediyesi'nde sergilenen belgelerden, Surp Badarakımızda, Taniel Varujan anmasından, Kirkor Sahakoğlu'nun 'Eksik' sergisinden, daha nice güzel sanat eserlerinden etkileniyorum.
Geçtiğimiz aylarda, Venedik Bienali’ni ziyaret etme şansım oldu. İstanbul ' da Hrant Dink Parrhesia Merkezi’nde tanıştığım René ve Ayreen'in oradaki eserlerini de gezdim. Sarkis’in eserlerinin hem Ermenistan hem de Türkiye Pavyonlarında bulunması dikkatimi çekti. 2015 yılına denk gelen 56. Venedik Bienali’nde Türkiye Pavyonu’ndaki ‘Respiro’ adlı yerleştirme; sesi, rengi, formu ve hava akımıyla yaşıyordu. Tüm eleştirilerini, geçmişten ana, şu ana; yaşanmıştan, yaşanana taşıyor; onlara nefes verip can katıyordu.
Çağdaş sanatçı; performans seviyesinden çok, derdinin büyüklüğü ile tanınıyor. İyi sanatçı; dertli sanatçı, derdini iyi anlatan, yeni yollarla ifade eden kişi. Ayrıca meramı olan kişi. Meramın sonu gelmesin ama “derdimiz” eserden gerçek olsun, sırasını yenilerine savsın.
Ayşe Gül Altınay (akademisyen) ‘2015 içimize ve bu topraklarda yaşam ve ölüme farklı aynalardan bakma fırsatı sundu’
2015'in özellikle ikinci yarısı 1915'i ve ona giden süreci çok düşündüren bir tablo çıkardı karşımıza. Son günlerde en çok duyduğum şeylerden biri 1915-2015 karşılaştırması... 2015 hem en derin anlamda içimize hem de en geniş anlamda kendimize, bu topraklarda yaşama ve ölüme farklı aynalardan bakma fırsatı sundu bize. Diğer yıllardan ne farklıydı, diye baktığımda şunu görüyorum: 1915'te yaşananlara dair sorgulama bir yandan daha farklı mekânlarda, daha çeşitli bir katılımla) yaygınlaşırken bir yandan da yerelleşti, kişiselleşti, derinleşti sanki. "Kadıköy Gül Sokak'ta yaşayan tüccar Stepan Tataryan'a 24 Nisan 1915'te ne oldu? Moda Mektep Sokak'ta yaşayan doktor Mirza Ketenciyan'a 24 Nisan 1915'te ne oldu? Neden hep ninelerimiz Ermeni? Dedelerimiz 1915'te neredeydi?" gibi sorular soran Kadıköy Yüzleşme Atölyesinin Moda’daki sokak forumundan Diyarbakır Çermik-Çüngüş yolunda Düden’deki anmaya, soykırım sürecinin başladığı mekânlardan canların alındığı katliam mekânlarına pek çok yerde dönüştürücü yerel etkinliklere tanık olduk. Aramızdan alınanlara ve bu acılı tarihin içimizdeki, ailemizdeki faillerine dair zor soruları sormaya, soykırımın devam eden yüzlerine bakmaya çalışırken sanat hem önemli bir ifade aracı, hem de bizi biraraya getiren bir paylaşım alanı oldu.
Sabancı Üniversitesi’nin bu seneki Hrant Dink Anısına Atölye Çalışmaları da sanat, sinema ve edebiyata odaklandı. Eric Nazarian’ın ‘Ravished Armenia’ filmini merkeze alan çarpıcı konuşmasından; Anita Toutikian, Eileen Claveloux ve Helin Anahit’in aile hikâyelerini birbirinden ilginç biçimlerde ele aldıkları işlerini tartıştığımız ‘Sanat, Toplumsal Cinsiyet ve Hayatta Kalma’ paneline kadar bende çok iz bırakan konuşmalar ve buluşmalarla doluydu bu seneki Atölye Çalışması. Depo’daki sergiler, Bienal’deki işler birbirinden etkileyiciydi ama bence yılın en heyecan verici kültürel mekânı Kamp Armen oldu. Nor Zartonk ve Kamp Armen Dayanışması, yıkımına başlanan Kamp Armen’i 175 gün boyunca korumak ve kurtarmakla kalmadı, aynı zamanda burayı olağanüstü bir yüzleşme, dayanışma, buluşma ve birlikte “yaratma” mekânına dönüştürdü. Aynen Kamp Armen’in o dolu dolu geçmişinde olduğu gibi…
Ermenistan ve Türkiye’den kadınların o sırada kampta bulunan herkesi içine kattığı ortak dans performansları benim için bu yılın unutulmazları arasındaydı. Yılın son günlerindeki en güzel haber ise Kamp Armen aracılığıyla tanışan bir Diyarbakırlı genç kadın ile ailesi aynı yerde katledilmiş diaspora Ermenisi bir genç kadının birlikte bir sanat kitabı ve videosu hazırladıklarını öğrenmem oldu. Ucu bana da değen bu hikaye, 2015’in açtığı yüzleşme, yaratma ve şifa kapılarının önümüzdeki yıllarda yeni buluşmalar için de açılacağını gösteriyor… Bir yandan da Diyarbakır’dan gelen ürkütücü haberler, bu yüzyıllık ah’a eklenen ah’ların daha nesiller boyu bizi kovalayacağını düşündürüyor ne yazık ki! Yaşamı ve şifayı çoğaltabileceğimiz bir gelecek umuduyla…
Sarin
Akbaş(öğrenci): ‘Soykırımla ilgili bir filmin oynatılması, hiç
takip etmeyen birinin bile dikkatini çekebilir’
Ben bu tür etkinliklerin ve çalışmaların öncelikle çok etkili bir yol olduğunu düşünüyorum. Bu tür etkinlikler daha fazla insana ulaşmaya, daha fazla insanın “Acaba gerçekten ne olmuş?” diye sorup irdelemesine yol açıyor. Doğal olarak da sürecin iyileşmesine büyük katkı sağlıyor. Örneğin sinemalarda soykırımla ilgili bir filmin oynatılması, hiç takip etmeyen birinin bile dikkatini çekebilir ve farkındalık yaratabilir.
Şila Candan(öğretmen): ‘Etkinlikler, yaşananların unutulmamasını sağlıyor’
Anma etkinliklerine katılmayanlar bile afişlerden, sosyal medyadan duyup bu olayı unutmuyorlar. Süreci iyileştirmeye ne kadar faydası olur bilemiyorum ama en azından insanlar durumun biraz daha farkına varıyor ve bu gibi etkinlikler, yaşananların unutulmamasını sağlıyor. Mor çiçeğin anlamı bile ‘unutma’. Yani yıllar içinde unutulmasın ve hiç olmamış gibi davranılmasın.
Daha fazla adanmışlıkla, sürekliliğe daha fazla önem vererek yapılacak pek çok şey var’
Yılın son günlerinde kültür sanat etkinlikleri ile Ermeni Soykırımı arasındaki etkileşimi, bu alanları yıllardır yakından takip eden deneyimli iletişim danışmanı Anna Turayla konuştuk.
2015’in Ermeni Soykırımı konusuna dair kültür sanat alanındaki yeterlilik durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türklerle Ermeniler kadar ruh iklimi, davranış kodları birbirine benzeyen iki ulus zor bulunur. Türkiyeli Ermeniler de tıpkı Türkler gibi mümkün olabildiğince siyasete uzak durmak istiyor. Küçük rahat yuvasından uzaklaşmayı tercih etmiyor. Öyle olduğumuz düşünülür ama pek organize bir toplum değiliz. Her işi mümkün olabilecek en son dakikada yapmak, çabuk heyecanlanıp hemen soğumak artık geleneklerimiz arasında yer alıyor. Süreklilik meselesine pek kafayı takmıyoruz. Kültür ve sanatı ise blucin değil smokin varsayıyoruz. Bütün bu karakter özelliklerimizle herhangi bir alanda ne kadar etkin olabiliyorsak 100. yıl anma etkinliklerinde de o kadar olabildik.
Fatih Akın’ın ‘The Cut’ filmi 2015’in en çok konuşulan filmlerinden biriydi. Gerek filmin kendisinin, gerek soykırımın ilk kez bir Türk yönetmen tarafından çekilmesinin ne gibi bir önemi vardı?
The Cut 100. yıldönümünün en heyecan verici sanatsal etkinliklerinden biriydi. Takvim olarak da birincisi… Hakkında çok fazla olumsuz şey söylendi, bunların önemlice bir bölümü de haksız ve abartılı elbette... Ama her şey bir yana, ortada somut bir gerçek var, filmin izleyici sayısı ne yazık ki 20 bini aşamadı. Bu sayı aşağı yukarı İstanbul’da yaşayan gerçek sinema izleyicisinin sayısına eşdeğer... İstanbul Film Festivali’nde 20-25 bin sinema tutkunu, iki haftada ortalama 4-6 film seyreder ve 100 binin biraz üzerinde bilet satışı gerçekleşir. İstanbullu Ermenilerin sayısının ise 40 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Demek ki ne hakiki sinemasever yeterince ilgi göstermiş filme, ne de Ermeniler… Nedenini kestirmekte hakikaten zorlanıyorum. İlk kez bir Türk yönetmen Ermeni soykırımı hakkında bir film çekti. Üstelik uluslararası alanda tanınmış, parlak bir yönetmen, çok çalışmış, titizlenmiş… Niye merak edilmez?
Sıradan izleyicinin ilgisizliği pek de şaşırtıcı değil. Zaten beklemezdim, niye bedavadan yuttuğu dizilerini bırakıp da gelsin? Ama gerçek sinema izleyicisi neden bunu merak etmedi? Hele hele Ermeniler niye zahmet edip sinemaya gitmediler? Beklenti çok yüksekti, duyduklarından mı etkilenip vazgeçtiler? Her zamanki gibi, acaba bunun siyasi bir eylem gibi algılanmasından mı korktular, neden? Asıl üzücü olan ise korkarım uzunca bir süre bu trajediyi ele alacak iddialı bir Türk yönetmen kolay kolay ortaya çıkamayacak.
Bu yıl hem Venedik hem İstanbul bienallerinde Ermeni Soykırımı ile ilintili eserler ve Ermeni sanatçılar dikkat çekti…
100. yıldönümü anma etkinlikleri 24 Nisan’da zirve noktasına ulaştı ve bundan yaklaşık 15 gün sonra Venedik Bienali’nde Türkiye pavyonu Sarkis’in yerleştirmesiyle açıldı. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı çok ince, zarif bir mesaj verdi, olağanüstü bir jestte bulundu. Doğabilecek tepkilerden hiç çekinilmeden, göze alarak, idare ederek, rahat ve komplekssiz…
Bu adım, yalnızca kültür-sanat alanında sivil toplumun ne denli önemli misyon üstlenebileceğini ortaya koymakla kalmadı. Aynı zamanda bienale destek veren sponsorların, iş dünyasının geldiği noktayı göstermesi açısından da çok önemliydi. Bu denli hassas, kırılgan bir alanda, üstelik gelen sinyallerin sık sık değiştiği, karıştığı bir ortamda bu kararlı tutum, alkışı hak ediyor.
Bu yaklaşım aylar sonra İstanbul Bienali’nde de sergilendi. Bienali şekillendiren Bakargiev, konsepti tanımlarken sarılmamış yaralardan, tuzlu suyun iyileştirici gücünden söz ediyordu. Yaralarımız kolay kolay sarılamayacak kadar derin. Basit bir kesikten değil, parçalanmışlıktan söz ediyoruz.
In Memoriam konserinde pek çok önemli ses sahne aldı. Bu konserin Türkiye’de düzenlenmesinin anlamından bahsedebilir misiniz?
In Memoriam 24 Nisan’dan tam iki gün önce gerçekleşti. Tarihi bir konserdi, üstelik de pek çok farklı açıdan… Birincisi ve bence en önemlisi konsere elle tutulur bir ruhani atmosfer, çarpıcı bir vakar egemendi. Kusursuz bir akış gerçekleşti. Bu denli gergin bir ortamda, birden çok tarafın olduğu bir işte, profesyonellerle amatörlerin yanyana durduğu bir etkinlikte bu çok zor… Planlanabilir bir şey değildi aslında. Ama oldu. Konsere önayak olan Anadolu Kültür’ün samimi çabası ve öncesinde çıkan her türlü aksiliğe çözüm getiren tavrı belirleyiciydi.
İkincisi, 100. yıldönümünde fazla risk almadan, kalıpların dışına çıkmadan da bir şey yapmak isteyenlere müthiş bir şans verdi. Taksim’deki oturma eylemine katılmayan, ama birbirlerine yaslanarak bir yerde olmayı, acısını dışavurabilmeyi arzulayanlar In Memoriam’da biraraya geldiler. Ermeni toplumunun bu denli geniş katılım gösterebildiği başka bir benzer etkinlik hatırlamıyorum.
Bu arada konuyla ilgili Tütün Deposu’nda da birçok sergi düzenlendi. Depo’daki bu sergilerin önemi nedir?
Depo tüm ‘öteki’ olanlar gibi Ermeni toplumu için de çok kıymetli bir mekân, her türlü takdiri fazlasıyla hak ediyor. Üstelik Anadolu Kültür bunu büyük bir samimiyetle yapıyor. Hiçbir çıkar, ikbal beklentisi olmadan, modalara, rüzgârlara, dalgalara aldırış etmeden... Depo çok güzel projelere kucak açıyor, sabırla, sükunetle izleyicisini bekliyor. Umarım hem Depo’lar günden güne artar, hem de içleri daha fazla dolar, kalabalıklaşır.
Sizce bu etkinlikler, Türkiye toplumunun 1915’e farklı bir çerçeveden bakmaya başlaması için yeterli oldu mu?
İnatla, maksatla dondurulmuş, duvarlarla örülmüş bir gerçek var ortada. Bu yol öyle hemen menziline varacak gibi değil. Kültürel etkinlikler duygu ve düşüncelerin aktarımı için çok değerli. Ama yalnızca kültürel etkinliklerle kendi kendimizi avutamayız, vicdanımızı susturamayız. Daha fazla incelikle ve adanmışlıkla, sürekliliğe daha fazla önem vererek yapılacak pek çok şey var.