“İnsanı rutin hayattan kurtarır şiir. Kendini
beğenmişlik, bencillik, sinir, hınç ve sıkıntıdan sıyıran bir kapıdır,
bu zehirlerden
kurtaran şey – şiirdir.”
Dora Gabe
Büyük sıkıntı içinde, oğluna isim ararken bir şairin lakabını öğrenen Elena Kovaçi Uygan’la, isimler ve Bulgar gelenekleri üzerine söyleştik.
‘Elena’nın anlamı nedir?
Anlamını bilmiyorum ama bir azizenin adı. Bizanslı Helena ve Konstantin’le ilgisi olmalı. Babaannemin adı... Eskiden genellikle, çocuğa, anneannenin, dedenin veya ölmüş bir kardeşin adı verilirdi. Kız kardeşime de annemin ölen kız kardeşinin adı verildi: Aleksandra. Şimdi ben çocuğuma ölen birinin adının verilmesini istemem. Tamam, ölene saygı var ama çocuğa onun ağırlığını taşıtmak istemem. Gerçi eskiden patriyarkal bir düzen söz konusuydu, gelinlerin pek konuşma şansı yoktu. Bizim Bulgarlarda anne, vaftiz günü kiliseye bile gitmezdi, tamamen çocuğunu ‘nunka’ya, ‘nunko’ya yani kirveye teslim ederdi. “Eti senin kemiği benim” anlamında... Çocuğa adını, annesi-babası değil, kirvesi koyardı.
Bu, aile içinde, toplum içinde tartışmalara neden oluyor muydu, yoksa sorgulanmayan, kabul edilmiş bir şey miydi?
Bizde bir tek kız kardeşim Sandra’nın ilk çocuğunda sıkıntı oldu. Kardeşim yedi aylık hamileyken, ona, çocuğu için çok anormal bir ismin seçildiği bildirildi. Kardeşim, “Kesinlikle olmaz” dedi. Büyük problemler yaşadık. Çocuk kaç sene vaftizsiz kaldı, kavgalar patırtılar, aile birbirine girdi. Kirve, babamın dükkânına geldi. “Ben sizin düğününüzü yaparken şu kadar para harcadım, vaftize de şu kadar para harcayacağım” demiş. Bizim peder biraz ketum biriydi, o anlatmadı ama onunla çalışanlar anlattı. Babam kasadan parayı çıkarmış, “Kaç para harcadıysan al, benim satılık çocuğum yok” deyip parayı suratına atmış, adamı göndermiş. Sonra bunlar papazı kafakola almaya çalışmış. O zaman iki papazımız vardı; birine demişler ki, “Sen çaktırmadan o ismi oku.” Öbür papaz olayın vahametine aydı, “Böyle bir şey söz konusu olamaz” dedi. Kayınvalidenin erkek kardeşi vardı, çok düzgün bir insandı, o “Ben yapacağım” dedi, vaftizi üstlendi. Sandra’nın kayınpederi ve kayınvalidesi vaftize gelmediler. Ciddi sıkıntılar yaşandı.
Sizin nunkanız/nunkonuz kim?
Teyzemin halası. Yaşlı bir kadındı, vefat etti. Sanırım manevi annem olmak istediğini söylemişti bizimkilere. O zaman çok önemli bir şeydi kirve olmak.
Aslında çocuğa isim değil, isim koyma hakkının sahibi olan kişi seçiliyormuş...
Tabii. Bu kişi şimdi ya aile yakını oluyor, ya da yakın bir dost. Eskiden, çiftin düğününü yapan kişi, en azından ilk çocuğun da kirvesi oluyordu. Şu önemlidir: Bir kız - bir oğlan kirveliği yapamazsın, çünkü sen o çocukların manevi annesi ve babasısın. Allah muhafaza, çocuk kendi anne ve babasını kaybetse, o çocuktan Tanrı önünde sen sorumlusun. Yedek anne-babasın. Tanrı’ya “Ben bu çocuğun sorumluluğunu üstleniyorum” diyorsun. Yarın öbür gün o iki çocuk karşılaşırsa birbirleriyle evlenemezler, çünkü tek kirveden oldukları için kardeş sayılırlar. Dolayısıyla, kız vaftizi yapıyorsan hep kızdan gitmelisin. Bizde kirvelik, yeğenimin kavgalı olayından sonra hep aile içinde halledildi. Zaten şimdi kimse kirveyi takmıyor. Hele gençler... “Çocuğumun isim hakkı benimdir” diyorlar. Daha bilinçliler; ismin çok önemli bir etken olduğu konusunda araştırmalar var, onları okuyorlar.
İsim sizce nasıl bir etken? Mesela, insanın kişiliğini şekillendirebilir mi?
Evet. Bir kere, o ismi hayatın boyunca taşıyacaksın. Mesela “Bir kralın, bir komutanın adı, çocuk için ağır bir yüktür” derler, çünkü çocuğa o adamın ve geçmişte yaşananların da yükünü veriyorsun. Hoş bir anlamı olması önemli. Türklerde de bu tartışılıyor. Geçenlerde televizyonda Yaşar Nuri Öztürk anlatıyordu; Kur’an da geçen ‘Aleyna’ adı çok kullanılıyormuş, halbuki Aleyna, cehennem meleği demekmiş. “Kur’an da geçen her isim, kullanılması gereken bir isim değildir” diyordu. Greklerde şimdilerde antik Yunan isimleri vermek moda. Bizim Bulgarlarda da eski Bulgar isimleri, yani Hıristiyanlığa geçmeden önceki isimlerimiz moda oldu: Boris, Krum, Kubrat... Bunlar Bulgar komutanlarının isimleri. Bizde yağmur, çamur adları verilmez. Türklerde kullanılır; Kaya, Yağmur, Yıldırım vardır. Bir de, zamanla bazı isimler önemini kaybediyor. Mesela babaannemin adı Glikeria idi; Türkçede telaffuz edilmesi çok zor. Kendi de diyordu, “Benim adımı koymayın çocuğunuza.” Fonetiği zor, yurtdışında kullanılması da zor. Bu kadar uzun isimler çocuğu çağırırken de zor oluyor. Ne bileyim, çıkıyorsun pencereye, “Glikeriaaa!”
Siz çocuğunuza nasıl isim verdiniz?
Ben oğluma isim koyarken biraz zorlandım, çünkü bizde bir âdet var; eğer bir azizin gününde doğduysa çocuk, onun ismi konur. Benim oğlan da Saint George günü doğdu, ama ben ismini Yorgo koymak istemiyorum. Çok banal. George da istemiyorum; ölen dayımın adıydı, ölmüş bir adamın ismini vermek istemedim. Sonra, kocam Rum’du, dolayısıyla fazla Bulgar bir isim olmamalıydı ki kocam zor durumda kalmasın. Fazla ‘el Greko’ bir isim de olmamalıydı, çünkü babam Bulgar Kilisesi’nin yönetimindeydi, “Bak, kızı Rum adı koydu” dememeleri lazımdı. Arayış zordu. Çok sıkıntı yaşadım, ve biliyor musunuz, benim oğlan vaftizini hatırlıyor. Beş yaşında filandı, bu kadar uzun sürdü! O süreçte nüfus kâğıdını çıkarmadım. Arkadaşlarımız soruyordu, “Bu çocuk ne şimdi?”, “Cudyo” (Yahudi İspanyolcasında ‘Yahudi’) diyorduk. İsa neydi vaftiz olmadan önce? Sonunda annem dedi ki, “Bu çocuk Saint George gününde doğdu, yapma bunu, ezme, azizin üstüne gelme.” Bunun ardından bir gün, kitap okurken, bir Bulgar şairin lakabını gördüm: Geo Milev. “Ah” dedim, “buldum!” Geo, hem George’un kısaltılmışı, hem de çok nötr bir isim. Hiçbir milliyete girmiyor, Türkçe telaffuz edilirken sıkıntı yaşanmıyor. Bizimkilere söyledim, beğendiler, derhal kiliseye gidip çocuğu vaftiz ettik. Apar topar oldu, çünkü kayınvalidem vefat etmişti. Bir ölü varsa, cenazeden evvel vaftiz yapılmalıdır. Biz de aldık oğlanı, gittik kiliseye, hatta onu oyalamak için oyuncak araba almışız, onu bile hatırlıyor çocuk!
Kişi vaftizden sonra hayata adıyla mı başlamış oluyor?
Evet. Tanrı’ya bile isim vermiş insanlar, her şeye isim veriyorsun. Mesela kilisede, cenaze töreninde ölen kişinin sadece adı söylenir. Benim kocam öldü, dualarda hep “Dimitri” diye anıldı, “Dimitri Uygan” denmedi. Dolayısıyla isim, dinen ve –inanıyorsan– Tanrı nezdinde de çok önemli. Yeni felsefeler açısından da bu gelenekler anlamlı. Mesela, Masaru Emoto diye Japon bir adamın yaptığı deneyler var. Suyun moleküllerini araştırmış, bir bardak suya eğer güzel şeyler söylersen değişim olduğunu tespit etmiş. Kadeh kaldırılırken “Sağlığa” deniyor, bunun kökeninde de muhtemelen böyle bir inanç var. Ayazma da böyle. E, vaftiz de suyla oluyor; suda okunuyorsun. Suda günahlarından arınman için vaftiz ediliyorsun. Tabii, günah meselesiyle ilgili onlarca soru sormak mümkün.
Türkiye’de, ‘Türkçe konuşan Elena’ olarak çok soru yanıtlıyor musunuz?
Aslında Elena bana çok sıkıntı yaratmadı, fonetik olarak kolay. Ara sıra Leman derler, ben de kendime öyle diyorum. ‘Elena’nın kısaltması ‘Lena’yı da kullanıyorum. Babamın adı İstefan’dı, Mustafa derlerdi. Sandra’ya temizliğe bir kadın geliyordu, “Alexandra” yerine “Ali İhsandra” diyordu, kendine göre böyle bir şey uydurmuştu. Seni yabancı olarak görüyor, “Ne güzel Türkçe konuşuyorsunuz” diyorlar. “Senelerdir buradayım” diyorsun, bunu da algılamakta zorluk çekiyor. Kız kardeşimin kızı Rosana’nın bir hikâyesi var: Üniversitenin ilk günü sınıfta ismini söylüyor: “Rosana Sarıoğlu.” Herkes dönüp buna bakmış. Çıkışta etrafına toplanıp “Sen var konuşmak Türkçe?” demişler. İstanbul’un en köklü üniversitelerinden biri olan Yıldız’da, İstanbul gibi bir şehirde, merkezde ve üniversite öğrencileri arasında. Yani…
Türkiye’de Bulgar olmak, diğer gayrimüslim toplumlara mensup bireylerin yaptığından farklı açıklamalar yapmayı gerekli kılıyor mu?
Eskiden azınlıklar daha fazla olduğundan bu isimler daha az dikkat çekiyor, daha az fark ediliyorlardı. Şimdi insanlar kimin ne olduğunun farkında değil; Musevi ne, Rum ne, anlamıyor adam. Fakat basmakalıp şeyler biliniyor ve her türlü negatiflik sana mal edilebiliyor. Mesela komünizm zamanı “Bulgar’ım” demeye çekinirdik. “Bulgar mısın? Komünist!” O dönem “Makedonyalız biz” diyorduk, “Selanik’teniz” diyorduk. Selanik’i duyunca, Atatürk de Selanikli olduğu için ortam yumuşuyordu. Sıkıntılı bir dönemdi. Lisede bir hocam vardı, kırmızı kalem kullanmayı yasaklamıştı. “Kırmızı kalem kullandığınızı görmeyeyim, kırmızı komünist rengidir” derdi. Kiliseye gizli polis gelirdi. Bulgar Konsolosluğu’yla sıfır temasımız vardı. Annem, konsolosluğun önünden geçerken “İçeri bakmayın” derdi. Babam kilise yönetiminde olduğu için bayramlarda konsolosluktan birileri gelirdi, onunla her zaman babam muhatap olurdu, biz çok yaklaşmazdık.