Hayli karanlık bir hafta geçirdik, geçiriyoruz. Hem dünyada, hem de Türkiye’de. 13 Kasım Cuma gecesi IŞİD’in tertiplediği bir dizi saldırı Paris’i kana buladı. Mevcut durumda, saldırılar nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı 129. Elbette, saldırılar kadar, saldırıların yapılış biçimi de önemli. Kafelerde, restoranlarda, statta, konser salonunda vakit geçiren insanları hedef alan, olabildiğince gaddar biçimde işlenmiş bir cinayetler dizisiydi bu. IŞİD bu saldırıyı hemen üstlendi. Saldırının ardından şu soru çok soruldu: Neden –yine– Paris ve neden masum insanlar? Bu konuda çok sayıda izahat yapıldı ancak kanımca bunların en önemlisi, Fransa’nın Batı ‘medeniyetini’temsil etme özelliği ve Fransa’nın bir devlet ve toplum olarak (ülkedeki Müslüman nüfusa ve göçmenlere de dikkat çekiliyor burada) kırılganlığı. Elbette bu medeniyet tarihsel açıdan masum bir medeniyet değildir ve Batı’nın Ortadoğu’da karıştırdığı haltlar büyük bir yekûn tutar, dolayısıyla tartışmalarda bu da gündeme geldi. Fakat işin şu yönü epey kritik: Bu çağa özgü çok özel bir şiddet türüyle, gaddarlıkla karşı karşıyayız ve bu cinayetleri işleyenlerin belki de ilk hedefledikleri, Batı ile Doğu’nun artık tamamen birbirinden ayrılması ve herkesin yerini bilmesi. IŞİD ancak böyle bir dünyada hüküm sürebileceğini biliyor olmalı. Batı’nın tüm Müslümanlara şüpheyle bakması durumunda belki de kendi tezlerinin doğrulandığını düşünecek ve etkinlik alanlarını genişletmeye çalışacaklar. Dolayısıyla bu saldırı dalgasının, her şeyden önce, hâlâ bir arada yaşanabilen bu insanlık haline karşı yapılan bir saldırı olduğunu akılda tutmalı.
Tutmalı ama, dönüp Türkiye’ye baktığımızda, durum hiç de böyle değil. Türkiye’deki IŞİD yapılanmasının izini gördüğümüz Ankara katliamı sonrasındaki manzara bunun en önemli göstergesiydi. Devletten topluma yayılan bir “Ölenler bizden değil” havası, Konya’daki millî maçta saygı duruşunun ıslıklanmasına, yuhalanmasına kadar varmıştı. Patlamanın ardından polisin yaralılara gaz sıkmasını, hükümetin ilk ağızda “PKK yapmıştır” algısı yaratmaya çalışmasını, yetkililerin taziye için olay yerine lütfen gitmesini de ekleyelim buna.
İşte bu hava, Salı akşamı, Türkiye ve Yunanistan millî takımları arasındaki futbol maçında da tekrarlandı; hem Paris katliamı için yapılan saygı duruşu ıslıklarla, tekbirlerle bölündü, hem de Yunanistan’ın millî marşı ıslıklandı. Bu IŞİD ideolojisinin çeşitli varyantlarıyla, tonlarıyla bu topraklarda zemin bulduğunu artık kabul etmek gerek. Çünkü böyle bir saldırı sonrasında bile, toplumsal bir mekânda bu davranış biçimi ‘tekrarlanıyorsa’, burada ciddi bir mesele var demektir.
Ama daha önemlisi ve bam teli şu: Bu, toplumun kendi kendine gittiği bir yer değil, toplumun devletle birlikte gittiği bir yer. Tam da burada, çatışmalı sürecin başlamasıyla birlikte Güneydoğu kentlerinde özel tim ve askerin icra ettiği operasyonlara ve bu operasyonlar bittikten sonra duvarlarda gördüğümüz yazılara bakabiliriz.
Şırnak, Cizre gibi ilçelerde uzun süren sokağa çıkma yasakları ve sivil ölümlü operasyonlar bittikten sonra, ilçe duvarlarında ‘Esedullah tim’ ya da ‘TC burada’ gibi duvar yazıları görülmüştü, fakat Silvan’daki 12 günlük sokağa çıkma ve operasyon bittikten sonra gördüklerimiz gerçekten irkiltici. Duvarlardaki, “Kurdun dişine kan değdi, korkun” (Burada ‘kurt’tan kasıt Türk devleti ve Türklük olsa gerek), “Türk’sen övün, değilsen itaat et”, “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” gibi yazılar, polisin ve askerin hangi mantıkla iş gördüğü hakkında epey açıklayıcı. Buna bir de Şırnak’ta operasyondan dönen timin tekbir getirerek havaya dakikalarca silah sıktığı görüntüleri ekleyelim.
Şu denklemi pek çok kez yazdım, yazdık: IŞİD açık biçimde hem Kuzey Suriye’de, hem de Türkiye’de, AKP’nin kendine rakip bellediği siyasal Kürt hareketini gaddarca saldırılarla tahrip etmeye çalışıyor. Bu, Türkiye ve IŞİD açısından basit bir ‘hedefler çakışması’yla izah edilecek bir durum değil. En azından son yıllarda, MİT ile Suriye’deki İslamcı örgütler ve IŞİD arasında eleman, bilgi ve silah alışverişi olduğu, dünya tarafından da bilinen bir olgu haline geldi. Dolayısıyla AKP’nin gerek Kürt sorununu kendi ajandası çerçevesinde çözme, gerek hudutsuz iktidarı için engel oluşturma, gerek Kuzey Suriye’de Türkiye’nin bölgesel/mezhepsel emellerine engel olma açısından baş hedef bellediği siyasal Kürt hareketiyle mücadelesi, IŞİD’in hem operasyonel gücüyle, hem de IŞİD’in sulandırılmış zihniyetiyle cereyan etmektedir.
Durumu şöyle tarif etmek de mümkün: AKP bu Kürt meselesinde hayli ‘işlevsel’ bulduğu IŞİD’e ve daha önemlisi onun zihniyetinin ‘yerlileştirilmiş’ versiyonuna öylesine yakınlaşmıştır ki, bu artık toplumun bir kesimindeki İslamî milliyetçilikle buluşmuş ve bu iki titreşim Kürt meselesinde bir rezonans oluşturur hale gelmiştir.
90’larda bölgede görev yapacak özel tim üyeleri ülkücü bıyığı bırakır, operasyonlara koyu bir milliyetçi ton hâkim olurdu. 2010’lar devletinin tercihi ise IŞİD’e göz kırpan bir Türkçülük, ve bu gitgide, toplumda bir karşılık buluyor.
Tehlikeli bir gidişat bu.