Şunları biliyoruz:
Biz Samanyolu galaksisi içinde trilyonlarca sistemden biri olan Güneş sisteminde 9 gezegenden biriyiz. Adımıza Dünya diyoruz, ama Yer demek daha doğru, çünkü başka sistemlerde, başka galaksilerde kendi güneşlerinin çevresinde dönenen başka dünyalar da var.
Bütün evren=kainat Büyük Patlama denilen, aklımızın pek fazla ermediği, şimdilik kabul edilen bir teoriye göre oluşmuş. Bizim Güneş sistemi de o oluşumun peşinden milyarlarca yıl içinde doğmuş. Büyük Patlama ile uzaya savrulan sonsuz sayıda parçalar döne döne birleşmişler, galaksiler, sistemler, yıldızlar, dünyalar, uydular meydana gelmiş. Yer o dünyalardan biri, Ay da uydusu.
Tek tanrılı dinlerin vazettiği öteki teoriye göre tüm bunları bir yüce güç, akıl sır ermez, hikmetinden sual edilmez bir ilah, Rab yaratmış; insanı da tüm bunların sahibi olsun diye kendi suretinde halketmiş. Yani: “En-el Hak”, ben tüm o bütünün parçasıyım, tanrının da parçasıyım... Bu teori Yer’i evrenin merkezinde İnsan’ı da onun tek hakimi sayıyor.
Bu kibirli bakış, yani trilyon galaksi, katrilyon sistem, yıldız, dünya içinde yalnız burada, Yer’de hayat var demek, o Yaratıcı’nın, Rab’bin aklı, izanı ve hikmetiyle alay etmek olacağından, çarpılmaktan kortuğum için, uzayda, başka yerlerde de dünyalar, yaratılmışlar, kendini yaratanlar olduğuna inanırım. Zaten biz de uzayda, küçücük, çölde bir kum tanesinden farksız bir gezegende yaşıyoruz. Ötesinde ne olup bittiğine büsbütün “meclub-u hande”yiz.
İşte bu koskoca evrende bir topluiğne başı kadar yer tutmayan bizim şu dünyamızda yaşananlara akıl erdirmek zor. Bana zor geliyor.
Kim neyin kavgasını yapıyor? Cirmi Himalayalar’da bir karınca kadar yer tutmayan bütün insanlık neyin peşinde? Bu kavga, döğüş, kin niye? Yıldızlı bir gecede gökyüzüne baktığımız zaman ufalıp, küçülüp, yaptıklarımızdan utanmıyor muyuz? Nerede, hangi mevkide, hangi sarayda yaşıyor olursak olalım, cismimizin mikroskopik olduğunu, saraylarımızın, köşklerimizin, servetlerimizin, makamlarımızın sıfır değer taşıdığını görmüyor muyuz? Karşımızda bulduğumuz, zorladığımız, horladığımız en hakir kişinin bizimle aynı değerde olduğunu ne zaman anlayacağız? Ne zaman İnsan olacağız? İnsanlık Tarihi ne zaman başlayacak?..
Yıldızlı gecelerdeki efsuna bakıp bunları düşünenlerin hayatı zor...
***
Bol yıldızlı bir gecede ay doğuyor. Yıldızlar sönüyor, soluyor. Sabah güneş doğuyor, ay donuyor, donuklaşıyor. Yıldızlar kayboluyor.
Yıldızlar. Güneş. Yer. Ay. Ay uydumuz. Yer ortak ülkemiz. Güneş hayat kaynağımız, evet, ama yakıp kavuran da o... Bu nedenle şemsiye var...
Geçen hafta küçük bir teknede güneyde bir koydaydık. Bol yıldız, az biraz yakamoz denizde. Keyfimiz yerinde. Sonra kızlar, kızlarım ve torun yattı uyudu güvertede. Phil ile ben kaldık.
Ay çıktı. Ay doğdu. Bu konuda ne çok şey söylenmiş...
Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum
Orhan Veli.
Bi sen eksiktin ayışığı
Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya!
Can Yücel.
Yarı yoldan ziyade yerden uzak,
Yarı yoldan ziyade maha yakın.
Ahmet Haşim.
Aşkın bana bir gizli elem oldu güzel yar
Mehtaba bakıp ağladığım çok geceler var
Hüzzam şarkı.
Gece, Leyla'yı ayın ondördü,
Koyda tenha yıkanırken gördü
Yahya Kemal.
Ay için, onun mehtap hali, hilal hali için söylenmeyen, söylemeyen kalmamış. Hafız’dan Sadi’ye, Baki’den Nedim’e Fuzuli’ye, İngiliz romantiklerinden Fransız sembolistlerine, herkes şiirini ay ışığına bulamış.
Nazım da elbet söz eder aydan, ayın doğuşundan. Kendi hiç bir tasvirini beğenmez, Benerci’de güneşi söylerken beğenmediği gibi, sonunda, “Ay, ay gibi doğuyordu,” der, işi bitirir.
Ay’a iş-görev yükleyenler de var.
Լուսին Լուսին աչքօվ անգուն
Պահէ Հայոց ոսկորներ
Ay, ey ay, uykusuz gözlerinle
Sahip ol Ermeni kemiklerine
Velhasıl, Ay doğdu, doğuşu bir Ermeni kayısısı gibi oldu. (Şaka değil. Ermenilerde, buralarda değil Ermenistanda, iki kutsal meyve daha olduğunu öğreniyorum, üzümden sonra, biri nar öteki kayısı...)
Her ne ise... Phil’le başüstünde oturuyoruz. Yıldızlar solmuş, ay doğuyor, laptopu getirdim, Marie Keyrouz’u dinlemeye başmadık. Birkaç saat. “Esselami aleyki ......”
***
Yer Güneş’in çevresinde dönüyor, o bir gezegen. Ay ise Yer’in çevresinde dönüyor, o bir uydu.
Yer’in Güneş çevresinde dönmesinden mevsimler oluşuyor. Bu kadarını ben bile biliyorum. Güneşten bakan biri Yer’in her bir yanını görüyor, zaten Yer’den bakan biri de, nereden bakarsa baksın, Güneş’i görüyor.
Gel gör ki, biz, Yer’de yaşayanlar, nerede olursak olalım, Ay’ın bir yüzünü görebiliyoruz, öteki yüzünü göremiyoruz. Hiç görmüyoruz. O görünmeyen yüze kötü niyetliler ‘Ay’ın Karanlık Yüzü’ diyorlar. Ben nazik -ve tedbirli- davranıp Ay’ın Öteki Yüzü diyorum. Savcı karşısında savunmam böylece hazırlanmış oluyor...
Çünkü, bence Ay politikacıya benziyor: Bir görünen yüzü var, bir de görünmeyen, görmediğimiz, saklanan yüzü. Bir görünün yüzüne yansıyan himmet, inayet, şefkat, öfke, kin, celal, şiddet; bir de saklanan yüzünde ürettiği plan, program, düzen, entrika, niyet...Siyaset! Ayın öteki yüzü.
Bir teorim daha var.
Ay Yer’de yer alan devletlerin ortaklaşa kurduğu bir İstihbarat Merkezi’dir: YDOİM
(Yer Devletlerinin Ortak İstihbarat Merkezi). İngilizcesi JCIES. Planktonlar yıldızların Yer’de denizlere yuvalanmış casusları olduğuna göre, bu casus/ajanların karanlık işlerini izleyip gözetlemek, onların Yer’de bir Paralel Yapı kurmalarını engellemek, yargıç kararına lüzum hissetmeden parıldamalarını, çakıp sönmelerini kaydederek rapor etmek, bu ortak merkezin hem hakkı hem görevidir.
Zaten o nedenle değil mi, bu uzay casuslarının Ay karanlıkken ortaya çıkması? O nedenle değil mi, ayın projektörleri yakılır yakılmaz hemen okyanus derinliklerine dalarak gizlenmeleri, gözden/takipten uzaklaşmaları.
Bu teorimi siyasetçi teorimden daha çok beğendim vallaha...
Çünkü uzayda başka dünyalarda hayatın mevcudiyeti, bizim varlığımızın miniskül değerde, savaşlarımızın, döktüğümüz kanların, yaşadığımız zulüm ve dehşetin insanoğluna özgü bir ilkellik, aptallık ve aymazlık olduğu böylece kanıtlanmış oluyor.