Seçmediğimiz bir kimlik ve buna bağlı aidiyetlerle doğup isimlerimizle yaşarken, bazılarımız bir seçim yapar, inatlaşmayı seçer hayatta. Kendine ait olan o bir tek hayatta, kendi ismine ve anadiline sahip çıkmak için inatlaşır. Dışarıya ne ‘yabancı’, ne de bir ‘renk’ olduğunu anlatmaya; içeriye ‘dışarıda, sokakta hayat olduğunu’ göstermeye çalışır. Bazen vazgeçer ama sonra yine devam eder. Devam eden azınlık olma mücadelesi, solcular arasında Rum olmak ve ismi üzerine, Foti Benlisoy’la söyleştik.
‘Foti’nin anlamı nedir?
Işık huzmesi... Ortodoksların, İsa’nın vaftiz edilmesini kutladığı Ta Fota (Theofania) yortusunda geliyor. Vaftiz esnasında Tanrı’nın ışık olarak görünüp karanlıkta kalmış ruhları aydınlattığına inanılır. Türkçedeki karşılığı Nuri, belki Ziya olabilecek bir isim Foti.
Sizin için neden bu ismi seçmişler?
İsim babamın bir deniz kazasında kaybettiği bir akrabasının ismi bu. Sevilen bir insanmış. Bir de şu var, Türkçede biri bana ismimi sorduğunda ‘Foti’ derim, fakat Yunanca konuşurken ‘Fotis’ derim. Yunancada böyledir; sen benim hakkımda konuşurken ‘Fotis’, bana hitap ederken ‘Foti’ dersin. Türkçede bu son ‘s’nin kullanılmıyor olması, bizdeki isimlerin gündelik kullanımda deformasyona uğramasının küçük bir örneği. Gerçi buna deformasyon mu yoksa bir aradalığın getirdiği zaruri bir Türkçeleşme mi demek gerektiği konusunda emin değilim. Bu durum bazı başka isimlerde çok daha belirgin: Thanasis Tanaş, Vangelis Vangel olur mesela.
Sizin açınızdan değişim soyadınızda olmuş sanırım...
Evet. Babamın kiliseyle alakalı belgelerinde, yani örneğin vaftiz kâğıdında yer alan soyadı Prodromidis. ‘Prodromos’, ‘evladı’ demek. Türkiye’de Soyadı Kanunu çıktığı zaman dedemler muhtemelen ticari hayatı düşünerek, belki de çoğu zaman olduğu gibi kendi farklılığını mümkün mertebe görünmez kılma gayesiyle Türkçe bir soyadı alıyorlar. Azınlık toplumlarında yaygın bir kendini koruma yolu bu, farklılığını silikleştirmek. Dolayısıyla kendi soyadımız yok oluyor. Buna bir tür otosansür mekanizması diyebiliriz. Bir de şu var elbette: Dışarıdan ‘yabancı’ olarak görülüyoruz çoğu zaman, ‘ecnebi’leştiriliyoruz ama bizim yetişme biçimimiz de aslında kendimizi yabancı hissetmeye yönelik. 17-18 yaşımdayken Bakırköy Meydanı’nda siyasal içerikli bir afişleme yapıyorduk. Anneme yakalandım, alışverişten dönüyordu herhalde. O karşılaşma ânında bana söylediği şuydu: “Sana ne oğlum, senin memleketin mi?”Annem bunu, yani kendine yöneltilen yabancılık ithamını bir yerde içselleştirmişti. Günde yüz kere, bin kere “yabancı” derlerse, halı silkelediğin için sana sinirlenen alt komşu “Memleketine git!” diye bağırırsa, bir yerden sonra sen de biraz yabancı olduğunu düşünmeye başlarsın. Bu böyle kuşaktan kuşağa geçer. Hatırlıyorum, sokakta yürürken arada annem bize “Bana sokakta ‘mama’ demeyin” derdi. Biz de, inadına “mama” derdik. “Rumca konuşmayın, Türkçe konuşun yolda” derdi, inadına Rumca konuşurduk. Annem öyle şeyler yaşamıştı ki, böyle bir silikleşme yoluyla korunmaya, bizi korumaya çalışıyordu. Böyle böyle, kendi kişisel kimliğinin o parçasını gizlemek ya da çok görünür kılmamak zorunda olduğun algısıyla yetişiyorsun, bununla ilgili savunma mekanizmaları geliştiriyorsun. Bunlardan biri kaçmak – yurtdışına kaçmak veya buradayken bundan kaçmak. Bu bahsi açmamak. Kendi kendini sansürlemek. Çoğunluğa benzemeye, farksızlaşmaya çalışmak. Hepimizin yaşadığı cendereler işte...
Kimliğini belli eden bir ismi taşırken bu bahislerden nasıl kaçılır?
Tasfiyeyle kaçılıyor bazen. Soyadım tasfiye olmuş durumda mesela. İsmim de kolay. Gerçi o da kolay anlaşılmıyor, çoğu zaman ‘Fethi’ ya da ‘Fatih’e dönüşüyor, öyle anlaşılabiliyor. Yanlış anlamayı engellemek için daha baştan sayarım: “Fatsa, Ordu, Trabzon, İstanbul” diye. Sonrasında klasik hikâye başlar: “Nerelisin? ”, “Yabancı mısın?”... Benim ismime dönük olarak “Lakap mı bu?”, “Neyin kısaltması?”gibi sorular da var. Sıkıldığım, biraz da ister istemez kanıksadığım şeyler. O yüzden artık pek aldırış etmiyorum. Kestirmeci oldum; sorduklarında direkt “Rum ismi” diyerek konuyu kapatıyorum. Kuşkusuz, nasıl adlandırıldığını insan kendi seçmiyor. Sosyal-kültürel bir bağlam içinde dünyaya geliyorsun ve o bağlam sana yükleniyor. Ama seçmemiş olsan da, kişisel gelişiminin bir parçası olan ismin deforme olması ya da senin rızan hilafına değişiyor olması, bu değişimin sana dayatılması nedeniyle aslında benliğinde taşıdığın sürekli bir arıza, bir sıkıntı söz konusu. Fakat bununla yaşamak mümkün elbette, hepimiz yaşıyoruz işte.
Seçtikleriniz dolayısıyla, örneğin sol mücadele içinde Foti olarak var olmak nasıl sıkıntılar yaşatıyor?
Bu konuda ismimle alakalı olarak ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldığımı söyleyemem. Söyleyemem diyorum ama biraz düşününce, ismimi kullanmadığım zamanlar oldu. 99 depremi sonrasında yardım faaliyetlerine katılmıştım mesela. Gittiğim yerlerde muhabbet oluyordu ve ben “Foti” ismini anmıyordum, başka bir isim söylüyordum. Şimdi olsa “Foti” derdim. Bazı siyasi faaliyetler sırasında ya da yazdığım yazılarda müstear ad kullanmak durumunda hissettiğim de oldu.
Nasıl bir his bu?
Şöyle: Senin de bildiğin gibi, o bahsettiğim ‘ecnebilik’, insanın üzerine ismiyle birlikte yapışıyor. Bundan, başka bir isim kullanarak sıyrılmaya çalışıyorsun. Bizden önceki kuşakların da çok yaptığı bir şeydir bu. Babam manifaturacılık yapardı; zor da bir ismi var, Lazari. Piyasada işi kolaylaştırmak için ona Lütfü denirdi, kimileri onu sadece Lütfü diye bilirdi. Aynı şey siyasal faaliyet için de söz konusu olabiliyor. Sen, ben, bizim oğlan, bizim kız, solcularla değil de, daha geniş kesimle bir faaliyet yürüttüğünde, araya bir bariyer koymamak için bu yola başvuruyorsun. Karşı tarafın seni ilk etapta yabancı olarak algılayacağını biliyorsun, ondan biraz da pragmatik biçimde kaçmak, o an gereksiz saydığın tartışmalarda kaybolmamak amacıyla yan yollara kaçabiliyorsun. Foti, oluyor Ferit. Ferit çok sevdiğim ve kullandığım bir isim olmuştur. Siyasi faaliyet açısından ikinci zorluk şu: Örneğin 1990’ların ortasında öğrenci hareketi zamanında mesela ikizim Stefo bir radyo programına katılıyor ya da bir yere beyanat veriyor. Orada bizim isimlerimiz bir sıkıntıdır. Programa katılan diğer arkadaş “Ahmet” der, soyadını söylemez ve mesela okulda soruşturma gibi bir sıkıntısı olmaz. Fakat Stefo, “Stefo” diyemez, çünkü ondan muhtemelen bir tane vardır. Bu yüzden Stefo, Saffet olur. Azınlık toplumlarından siyasallaşmış bireylerin bildiği ve özellikle zor zamanlarda karşılaştığı bir sorun bu. Bunlar dışında, solcular arasında çok ciddi bir sıkıntı yaşadığımı söyleyemem. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle azınlıklar, kültürel ötekilik, milliyetçilik ve benzeri meselelere dair ciddi bir bilinç, politik niteliği yüksek bir duyarlılık oluşmaya başladı. Aslında burada sıkıntı yaratan, tersine bir durum söz konusu: Foti’nin Rumlarla ilgilenmesi, Rita’nın Yahudilerle ilgilenmesi, solcu ya da mesela sosyal bilimci olan azınlık grubu mensuplarının, esas itibariyle ve neredeyse sadece azınlık meseleleriyle ilgilenmesi bekleniyor, hatta arzu ediliyor. Öyle bir iş bölümü yaratılıyor ve o iş bölümü içinde sen “Rumlardan sorumlu solcu devlet bakanı” haline geliyorsun ister istemez. Bu ciddi bir problem, çünkü senin bu memleket içindeki siyasi tutumun sadece Rum olmakla, Ermeni olmakla ilgili değil. Evet, onun kaçınılmaz bir parçasısın, bunlarla uğraşıyorsun ama ne orada başlıyor, ne de orada bitiyorsun. Fakat öyle bir algı oluşuyor ki, âdeta bir ‘renk’ haline getiriliyorsun. Son seçim kampanyasında mesela, parçası olduğum bağımsız seçim inisiyatifi, HDP’ye destek için video çekimi yapıyordu. Arkadaşlar sağ olsunlar, beni de çağırmışlardı. Videoda diyeceğim ki, “Seni başkan yaptırmayacağız”, herkes bunu söylüyor. “Yok” dediler, “sen Rumca söyle.” Muhtemelen videonun zenginliği açısından anlamlı olacağını düşünüyorlardı. İtiraz edemedim, itirazım anlaşılmayacak diye düşündüm. Seçim kampanyası var, insanlar yoğun çalışıyorlar, anlamlı bir faaliyet yürütüyorlar. Orada tatava çıkarmanın, kapris yapmanın anlamı yok ama bu gibi durumlar da seni bir ‘renk’, bir ‘farklılık’ olmaya itiyor.
Rum toplumunun içinde renk olmak, farklı durmak, ailenin içinde de muhalefet yapmak nasıl bir durum?
Ben bir dönem Rum olmaktan kaçmaya çalıştım. Kötü anlamda değil... Metropolde azınlık mensubu olmak, metropolün ortasında bir köyde yaşamak gibi bir şey. Hep aynı arkadaşlıklar, çok sınırlı bir sosyal çevre, çok sınırlı tartışmalar... Seni zenginleştirmeyen sosyal-kültürel bir hayata tıkılıp kalıyorsun. Benim kuşağımdan çoğu Rum genç bu yüzden, bundan kurtulmak için Yunanistan’a ya da başka bir ülkeye gitmiştir. Yaşadıkları günlük baskılar dışında, ev içi baskılardan ya da o kültürel cemaatin içe kapalılığından sıyrılmak için gittiler. Ben de bir dönem kendimi bu boğucu atmosferden kurtarmak için cemaatle bağımı fiilen kestim. Biraz kaçmaya çalıştım. Şimdi sanırım bir dengeye kavuştum ya da bunun için çalışıyorum. Kaçmanın kurtuluş olmadığı ortada. Kalmak, her anlamda kalmak ve bütün bu dertlerle, derimize ve adımıza kazınmış bu arazlarla cebelleşmek gerek. Hiçbir zaman bu yükün üzerimizden kalkmayacağını bilerek cebelleşmek...