Atalardan kalma toprak
İneklerden kalma tezek
Nazım Hikmet
1970-71 kışı. Polatlı topçu okulundayım. Piyade eğitimi tamamlanmış, sınıflara taşınmışız. Piyade eğitiminin başlarında bölük komutanı yüzbaşının bulunmadığı bir gün takım kıdemlisi seçimi yapılmış, 39 derece ateşle öyle etkili bir komut bağırtısı koparmışım ki, saf, temiz bir kişi olan üsteğmen beni seçmiş. Yüzbaşı bundan rahatsız, ama her sabah bana takımın önünde fırça atmaktan başka elinden bir şey gelmiyor. Kıdemli olmanın sorumluluğu var elbet; peki getirisi ne? Nöbet tutmuyorsun...
İşte, sınıflara taşınıp dersler başlayınca, akşamları etüde kalıyoruz. Onlardan birinde bölük komutanı yüzbaşı sınıfa geldi. “Arkadaşlar, aranızda profesörler, yazarlar, iktisatçılar var; ben çok merak ediyorum, acaba niçin dünyada açlık, yoksulluk var? Biz neden böyle geri kaldık?” diye çetin bir soru sordu.
El kaldırdım. “Mülkiyet komutanım, bütün kötülüklerin kökü mülkiyet. Mülkiyeti ortadan kaldırın, ne hırs kalır ne tamah, insanca yaşamaya başlarız.”
2-3 ay sonra zaten 12 Mart darbesi geldi. Ama ben o darbede benim bu sözlerimin etkisi olduğunu o zaman da kabul etmedim, şimdi de etmiyorum.
Kapitalist ekonominin temelinde üretim ilişkilerinin sosyalist öğretidekinden farklı olmasının yattığını biliyoruz. Kapitalizmin işleyişi tüketime bağlıdır; mümkün olduğu kadar ucuza mal ederek üreteceksin, ürünlerini rekabet ortamında mümkün olduğu kadar yüksek kârla satacaksın, kazancın artacak, borsada hisselerinin değeri yükselecek ve bu çark böyle sürüp gidecek...
Şirketler büyüyüp serpildikçe aile şirketi olmaktan çıkıp profesyonel yönetime, profesyonel kadrolara sahip olur. O kadrolar, özellikle tepede yer alan yöneticiler, CEO’lar falan, kuruluş kâr ettikçe yüksek, kârlar arttıkça daha yükselen primler alır. Bu paralar öyle çurçur meblağlar değil, onlarca milyon dolarlardır. O nedenle işini bilen yöneticiler, örneğin Nike, Adidas ayakkabılarını Vietnam’da, Sri Lanka’da küçük çocukların üç-on paraya günde 12-14 saat çalıştırıldıkları üretimevlerinde, elektronik cihazları Çin’de Maçin’de, Hindistan’da beş-on paraya ürettirir, dünyaya 10 kat, 50 kat fiyatla satarlar. Kahve çekirdeğini Latin Amerika’da, Afrika’da yaptıkları ön bağlantılarla üç kuruşa alır, ‘hazır kahve’ denilen zıkkıma dönüştürür, o üretici ülkenin halkına ve tüm dünyaya 10-20-30 dolara satarlar.
Biz buna modern sömürgecilik diyoruz.
Gelişmiş ülkeler kendi emekçilerine yüksek ücret ödediklerinden, bir-iki yüzyıl önce onları dünya üstünde egemen kılan bazı üretim alanlarını -kibar tabirle- ‘gelişmekte olan ülkeler’ diye adlandırdıkları ülkelere kaydırırlar. Örnekse, 19. yy’da tekstil İngiltere’nin en önde gelen sanayi sektörüyken, bugün o ülkede, herhalde, bir metre yerli tekstil ürünü yoktur; tekstil -ve hatta konfeksiyon- artık Türkiye, Hindistan, Çin, Tayland gibi ülkelerde üretilir, Avrupa’nın gözde markaları altında tüm dünyada satılır. Devir değiştikçe bu üretim modeli beyaz eşyaya, kahverengi eşyaya, otomotive gelir uzanır; bizim gibi ülkeler “Bak ne kadar geliştik; Honda, Ford, Fiat, Renault üretiyoruz; Beko, Vestel Avrupa pazarlarında,” diye çalım satarız.
(Anlamsız bir tevazu içine girmeyelim, bizim de geliştikçe başka ülkelerde yaptığımız işler var: 100’ü aşkın ülkede -şimdi Ankara’nın tu kaka ettiği- okullar açıldı. Birçok ülkede camiler yapılıyor, en yüksek katılımla ibadete açılıyor. Bunların sonuncusu Arnavutluk’ta oldu. Orada Tayyip Erdoğan, bir müstemleke valisi edasıyla, Türkiye halkının parasıyla yapılan caminin karşılığında o ülkeden taleplerde bulundu. Arnavutluk Meclisi’nde yüzüne utanç verici bir şamar yedi, bizim hiç unutmayacağımız, sesini çıkar(a)madığına göre kendisinin yağmur yağdı sandığı bir tokat...)
Bu yeni çağa küreselleşme çağı diyoruz. İnsanoğlunun 5.000 yılda katettiği yol, ateşin, tekerleğin bulunmasından Tunç Devri’ne, matbaanın icadından buhar makinesine, elektriğin bulunmasından sanayi devrimine 5.000 yılda alınan mesafeden daha fazlası son 60-70 yılda aşıldı. Bir düşünelim: Atom çağı, uzay çağı, elektronik çağı, gen mühendisliği, internet, nano-teknoloji sayabileceklerimizden sadece birkaçı... Bunların tümü de, evet, insan yaşamını kolaylaştırıyor, zenginleştiriyor; ama tümünün de temelinde yeni üretim, yeni kâr alanları bulma amacı var.
Ve bu gelişmeler gelip gün güne yaygınlaşan, baş tacı edilen küreselleşmeye dayanıyor.
Peki, küreselleşen nedir?
Örneğin, insanlar küresel yurttaş, dünya yurttaşı olabiliyorlar mı? Bir ülkeden diledikleri bir başka ülkeye gidip orada yaşayabiliyorlar mı? Diledikleri yerde istedikleri bir işte çalışabiliyorlar mı? Yani, insan ırkı küresel çapta eşit mi? Değil!
Peki, nedir küresel olan? Sermaye küresel mi? Yeryüzünde serbestçe dolaşabiliyor mu? Evet.
Ya ticari mallar? Her türlü ürün? Ürünler dünyada serbestçe dolaşabiliyor mu? Evet.
Demek ki, küreselleşme sayesinde, sermaye için, ürünler için sınırlar kalkmış, insan için yerli yerinde duruyor, hatta daha sıkı, daha hunharca korunuyor: Uzakdoğu’da, Akdeniz’de, Ege’de neredeyse her gün yüzlerce, binlerce insanın, çoluk çocuğun nasıl telef edildiğini akla getirelim.
Lakin bu arada gemi yürüyor, mallar en ucuz maliyetle üretiliyor, optimal değil azami kârla piyasaya sürülüyor. Şirketler kâr ediyor, şirketler kâr ettikçe piyasalar şenleniyor, ‘tüketici güveni’ artıyor, yöneticiler taltif ediliyor... ve çark böyle dönüyor, dönüyor da dönüyor.
Arasıra krizler de çıkıyor. Aşırı tamah, hırs, bazen ters tepiyor. ABD’de konut sektöründe birkaç yıl önce patlayan aşırı şişirilmiş balon gibi. Birkaç şirket, birkaç banka batıyor; gelin görün ki, kriz zamanlarında servetler yok olmuyor, el değiştiriyor. Olan dünyanın büyük çoğunluğunu oluşturan geniş halk kitlelerine oluyor.
Ta en başa dönersek... Yedi cedlerine yetecek kadar servetleri olduğu halde niçin bu insanlar daha çoğunun peşine düşer?
Onlar sanayiciler, iş adamlarıdır. Borsa baronlarıdır. Buffet’ler, Soros’lardır; Rockefeller’ler, Rothschild’ler, Walton’lar, Koch’lar, Albrecht’ler, Dassault’lar, Koç’lar, Sabancı’lardır. Onların işi budur; yani işlerini geliştirmek, büyütmek, bazı alanlardan çekilmek, bazı yeni alanlara yatırım yapmak... Bunun mevcutla yetinmekle hiçbir ilgisi alakası yoktur. Onlar da birlikte çalıştıkları genel müdürlerden daha iyi, daha müreffeh bir hayat yaşamazlar. Süper insan değillerdir, depremde bizim kadar ölüme yakın, kalp krizinde, kanserde bizim kadar ölümlüdürler. Ama insan başka bir mahluktur: En haşin yırtıcılar yeteri kadar avlar, aslan sürüsü tek bir avla yetinir; insanoğlu öyle değildir, ABD’de bir günde çöpe atılanla milyarlık Çin doyar.
Eşkiya dünyaya hükümdar olmaz derler, o eskidenmiş. Şimdi devletler eşkiya, uluslararası dev şirketler sergerde.
Bütün suç piyasalarda diye başladık. Dünyayı piyasalar yönetiyor. Çaresi? Piyasalar’ın piyasadan silineceği bir dünya. Mümkün mü?
Bir bilge dostuma ben daha çok çok gençken sormuştum: Sosyalizmle komünizmin farkını bir cümleyle nasıl anlatırsın?
Ընկերավարը կօգտագործէ իր արտադրածին չափով.
Իսկ համայնավարը իր կարիքին չափով։
demişti.
Sosyalizmde herkese katkısı kadar,
Komünizmde herkese ihtiyacı kadar.