“Dört harften oluşan bir isim nasıl okunamaz?”

“Gelecek hâlâ sonsuza kadar uzanıyordu.”
Simone de Beauvoir

Sanatçı Hera Büyüktaşçıyan’la, bizi sonsuza taşıyan isimlerimiz, ölümsüzlük duygusu ve kimlikler üzerine söyleştik.

Hera’nın anlamıyla başlayalım mı söze?

Yunan mitolojisindeki baş tanrıçalardan biri. Zeus’un karısı. Anaç ama kıskanç bir karakter. Gücü her zaman elinde tutmak istiyor, o yüzden paylaşımcı değil. Zeus, onu birçok kişiyle aldatıyor, Hera da Zeus’un kendisini aldattığı karakterleri başka bir şeye çeviriyor. Mesela İo’yu buzdağına çeviriyor, bir başkasını defne ağacına... Yani kendi güç alanını ezecek biriyle, bir olayla karşılaştığında onu başka bir şeye dönüştürüyor. Yıkıcı olmuyor ama kendini bir şekilde var etme çabası var.

Sizin için neden onun ismini seçmişler?

Benim ismim, Yunan mitolojisi üzerinden seçilmemiş. Büyük büyükanneannemin ismi Heranuş’muş, benim ismimi de Heranuş koymaya karar vermişler ama modern zamanlar için çok kullanışlı olmadığını düşünüp Hera olarak kısaltmışlar. Tabii, sonra, Hera’yı Yunancadaki anlamıyla da bağlamışlar.

Yeni doğan bir çocuğa aileden birinin isminin verilmesi bir gelenek mi?

Bizim ailede böyle bir gelenek var, evet. Bir önceki jenerasyonun karakter özellikleri yeni jenerasyona geçsin ve o kişinin anısı bir nevi yaşasın diye bu isimler veriliyor.

İsmini taşıdığınız Heranuş nasıl biriymiş?

Çok becerikli bir kadın olarak anlatılıyor. Soykırımdan kurtulanlardan biri. Beş kız kardeşten en küçüğü. Diğer dört kardeşe ne olduğunu bilmiyoruz ama bir tek o kalmış geriye. Kaderin koruduğu karakterlerden biri. Ben de tanıdım Heranuş’u; ben beş yaşımdayken o 98 yaşındaydı. Akli dengesi yerindeydi, konuşuyordu ama tek hatırladığım anlar, onun yatakta olduğu anlar. Ailenin en büyüğüydü. Annem kardeşim Liza’ya hamile olduğunu öğrendiği gün Heranuş öldü. Heranuş’u sorduğumu hatırlıyorum. “Siranuş Yaya” denirdi ona, “Siranuş Yaya’ya ne oldu?” diye sorduğumda “Yıldız oldu” demişti annem. O yıldız olmuştu ve Liza’nın hikâyesi başlamıştı.

Sizin isim hikâyenizde, ait olduğunuz iki kültürün de barınması nasıl bir his?

Benim için her iki tarafı içimde yaşatmak çok değerli. Ancak bu kimi zaman kendi içimde çatışmalara düşmeme de neden oluyor. İsmimin kararlaştırılmasında sanırım anneannem etkili olmuş. Anne tarafım hem Rum hem Ermeni, baba tarafım ise sadece Ermeni. Aidiyet meselesini hayatım boyunca hep sorguladığım için, her iki tarafın da bir parçası olabilme ve aynı zamanda kendim kalabilme hali hâkim bende ve bu dengeyi sanırım ismimle kuruyorum. Mesela birinin bana Hera değil İra dediğini duymak hoşuma gidiyor, çünkü o zaman Rum olan yanımı daha çok hissedebiliyorum. Soyadıma gelince; tabii ki Ermeni olan kısmım daha baskın. Bu benim açımdan bir zenginlik elbette, ancak insanların beni konumlandırma şeklinde de belirleyici oluyor. Özellikle burada “Hera daima Ermeni’dir” gibi bir algı var, soyadından kaynaklı olarak. Ancak Yunanistan’a gittiğim zaman tamamen Rum hissediyorum kendimi, çünkü öyle de hissettiriliyorum. Atina’da, ‘20 dolar 20 kilo’ projesi aracılığıyla, İstanbul’dan 1964 yılında sürgün edilmiş birçok kişiyle tanışmıştım. Bu proje biraz kendi Rum tarafımı keşfetmemi sağlamıştı. Bir yandan da, bu tanıştığım kişilerin çoğu, bana kendi koptukları kentlerinden bir parça gözüyle bakıyor, ban kendimi bir nevi torunlarıymışım gibi hissettiriyorlardı. Bu benim için çok değerli, çünkü burada hiçbir zaman hissetmediğim bir şeyi orada yaşayabiliyorum; kaybolmakta olan bir şeyi yeniden keşfederek ona daha sıkı sarılıyorum gibi hissediyorum.

Aynı anda yaşadığınız bu sahiplenme ve sahiplenilme duyguları, bu kültürlerin dillerini konuşabilmekle de ilgili mi?

Kesinlikle. Bir dili konuşamamak da insanların seni kabullenmemesi konusunda büyük bir etken oluyor, çünkü dil aslında bir mekân gibi. Nereye gidersen git, konuştuğun dille beraber kendine bir aidiyet mekânı oluşturuyorsun. Mesela dünyanın herhangi bir yerinde kendi dilinde konuştuğun bir insanla karşılaştığında bir yakınlık hissediyorsun; bu yakınlık, aidiyet hissinin temeli gibi. Ermeniceyle bu anlamda bu bütünlüğü sağlarken, Yunancayla bu hissi yaşayamıyorum maalesef. İnsanlar tarafından kabullenilme ve sahiplenilme konusunda dili konuşamamak büyük bir etken.

Bir Tanrıça ismiyle İstanbul’da yaşamak sizi nasıl durumlara sokuyor?

Özellikle devlet dairelerinde komik şeyler oluyor. İsmim Evyenia veya Ağavni gibi, telaffuz edilmesi daha zor bir isim olsaydı okuyamamalarını anlardım, ama dört harften oluşan bir ismin nasıl okunamadığını her zaman kendime soruyorum. Bunu birçoğumuz gibi mizaha vurmuş durumdayım ama çocukluğumda bu konuda canımı çok acıtan şeyler yaşadım. Çocuklar birbirlerine karşı acımasız oluyorlar. Mıhitaryan Okulu’nda okuyordum, Tarlabaşı’nda oturuyorduk; okula servisle gidiyordum. Servis diğer çocuklar evlerinde uyurken beni alıyordu. İlk beni alıyor, sonra bir Türk okulunun öğrencilerini alıyor, onları okula bırakıp bizim okulun öğrencilerini topluyordu. İsmimle ilgili en büyük travmam bu okul servisinde oldu. Servis birçok çocuğun travma yeridir gerçi ama.ç. Bir gün, Türk okuluna giden çocuklar ismimi sordular, “Hera” dedim, anlamadılar. “Eda” dediler, “Yok” dedim, “Seda” dediler vesaire. “Hera” dedim, biri “Hela” diye bağırdı ve sonra hepsi deli gibi gülmeye başladılar. Ondan sonra bana bu ismi taktılar ve sürekli o şekilde hitap etmeye başladılar. Sonraları Ermeni okulunda olduğumu öğrenince bunu sürekli bir mobinge çevirdiler. Ben de o dönemde zarar görmemek için kendime takma isimler takmaya başlamıştım. Selin’i mesela çok kullanıyordum.

Gezi Direnişi’nde de ismimle ilgili bir şey yaşadım. Sırtımda sırt çantam, içinde maske vs. ile Ada’dan iniyordum. Dolmabahçe çevresinde kontrol çok fazlaydı, motordan inenlere kimlik kontrolü yapılıyordu. Tabii, herkese değil, sadece sırt çantalı ve belirli bir giyim kodu olan, direnişe geldiği belli olan insanlara... Ben de “Şimdi başıma ne gelecek” düşüncesiyle kimliğimi çıkarıp polise verdim. Okumaya çalıştı. Yan çevirdi okuyamadı, sola çevirdi, baş aşağı çevirdi, olmadı, okuyamadı. Biraz geveledi. Bir daha okumaya çalıştı, okuyamadı, sinirlendi, sonunda “Sen nesin ya!” diye bağırdı. Ben de, onun kadar agresif bir şekilde, “Sen neysen ben de oyum” dedim. Kimliği üstüme attı. Aldım gittim. Bu olayı o sırada şakaya vurmuştum, o dönemde bütün bu olayların ağırlığında umutlu kalabilmek için hepimizin mizah kapasitesi yüksekti ama bir yandan da bu soru bütün gün kulaklarımda çınladı: “Sen nesin?” Şu da değilsin, bu da değilsin ama nesin?

Bu ve bunun gibi sorular karşısında en çok neye içerliyoruz, neye sinirleniyoruz?

Karşımızdaki kişinin bizi hiçbir yere koyamamasına, konumlandıramamasına; hiçbir yere sahip olamamamıza. Böyle bir memlekette, geçmişten beri var olan kültürlerin görmezden gelinmesi, bu kültürler hakkında hiçbir fikri olamayanların hiçbir zaman var olmamışız gibi davranması, bizi insan yerine koymaması beni sinirlendiriyor. Rum, Ermeni, Kürt vs. olma haline gelene kadar, en başta “İnsan yerine konuyor muyuz?” sorusu var.

Bütün bunları yaşayan biri olarak, çocuk sahibi olursanız, nasıl isim(ler) seçersiniz?

Tabii ki, başta, taşıdığım kültürlerden birinden yola çıkarak isim vermek isterim. Çünkü, sahip olduğumuz, çok nadir ve kaybolmasından korktuğum bir şey. İsimle ölümsüzleştiriyoruz bazı şeyleri. Sahip olunan değerlerle ilgili isimler de veriliyor insanlara – Sevgi, Barış... Yani aslında kaybolmasını istemediğin değerleri bir kişide ölümsüzleştiriyorsun. O yüzden ben de kesinlikle böyle yapmak isterdim.

Kategoriler

Toplum

Etiketler

İsimler Hikayeler


Yazar Hakkında