Carla Garapedian’ın 2006 yılında çektiği ‘Screamers’ (Haykıranlar) isimli belgeseli, Türkiye’de ilk defa Documentarist Festivali kapsamında gösterildi. Aynı zamanda bir müzik belgeseli olarak görülebilecek filmin ekseninde, inkâr karşıtı duruşuyla dikkat çeken Amerikalı rock grubu System of a Down var. Garapedian yine de belgeselin asıl meselesinin sadece Ermeni Soykırımı’nın değil, bütün soykırımların özünde yatan evrensel problemi anlatmaya yönelik olduğunu söylüyor. Festival vesilesiyle İstanbul’a gelen Garapedian’la 10 yıl önce çekilen bu belgeseli, bugünden geriye bakarak değerlendirdik.
Filminizin Türkiye’de bugüne kadar doğrudan bir sansür uygulanmamasına rağmen, bazı çekincelerden ötürü hiç gösterilmediğiyle başlamak istiyorum…
Doğru. Bu yıl Altın Kayısı Film Festivali, bir seçki oluşturdu ve bu seçkide yer alan filmlerin Avrupa’daki festivallerde gösterilmesini sağladı. ‘Screamers’ da bu seçkide yer alan filmlerden biri; şu ana kadar fMinsk ve Berlin’de gösterildi, haftaya da Moskova’da gösterilecek. İstanbul Film Festivali’ne de katılmak istedik, fakat festival filmi kabul etmedi. Yani Documentarist’ten gelen teklife kadar filmin Türkiye’de planlanmış bir gösterimi yoktu. Documentarist ekibi, benimle bir ay önce iletişime geçti. Sorduğum ilk soru, filmi izleyip izlemedikleri oldu. Çünkü filmde Serj Tankian “Türkler işledikleri korkunç suçun bedelini ödeyecek!” diye bağırıyor. Bana fimi izlediklerini ve göstermek istediklerini söylediler. Filmin Türkçe altyazısının da aslına uygun bir çeviriyle sunulduğu takdirde gösterilebileceğini belirttim. Bana altyazılar konusunda da güvence verildikten sonra anlaştık.
‘Screamers’dan sonra neler yaptınız?
Üç yıldır, Londra’daki Ermeni Sinema Vakfı’ndaki bir arşivin dijitalleştirilmesi üzerine çalışıyorum. Bu arşivde Michael Hagopian’ın, 1972-2005 yılları arasında, soykırımdan kurtulan veya soykırıma tanıklık eden 400 kişiyle yaptığı söyleşiler var. Söyleşi yapılanların çoğu Ermeni olmakla beraber, aralarında Ermeni olmayanlar da var; onlardan biri de Armin T. Wegner. 2010’da ölmeden önce, bu projeyi tamamlamamı vasiyet etmişti Hagopian. Projeye fon sağladıktan sonra, 16 mm’ye çekilmiş bu arşivin dijital kopyalarını oluşturduk. Şimdi bu arşiv, Steven Spielberg’ün kurduğu Shoah Vakfı’nda korunuyor.
Öncesinde neler yapmıştınız?
İngiltere’de BBC ve özel televizyon kanallar için insan hakları üzerine belgeseller çektim, çekmeye devam ediyorum. ‘Screamers’dan önce Afganistan’daki, Kuzey Kore’deki insan hakları ihlalleri ve Çeçenistan’daki savaş suçları üzerine belgeseller çektim. Bu belgesellerin hepsi, küçük gizli kameralarla çekilmişti. En son bu teknikle 2005’te çektiğim filmde, Ekvator Ginesi’ndeki askeri darbe sırasında hapse atılan altı Ermeni pilotun hikâyesi var. Farkında olmadan Güney Afrika ve Zimbabwe’den darbede kullanılacak silahları taşımışlar. Hapishanedeki vaziyetleri çok fenaydı.
Gerçekten de farkında olmadan mı taşımışlar?
Öyle diyorlardı, açıkçası inandım. Bu çocukların bazıları, Ermenistan’dan dışarı hiç çıkmamış. Afrika’da uçakla taşımacılık yapmak çok kârlı bir iş sonuçta, herhalde biraz para kazanmak istediler. Ermenistan hükümetinden bazı yetkililer de oradaydı, uzunca bir süre uğraştık onları çıkarmak için. Afrika’daki en kötü hapse atılmışlardı muhtemelen. Mahkeme salonuna, elleri ayak bileklerine zincirlenmiş olarak geldiler. Duruşmayı izleyen Batılı tek gazeteci de bendim, onlara Ermenice birkaç şey söylediğimde yüzlerinin aldığı ifade inanılmazdı. Yalvaran gözlerle “buradan asla çıkamayacağız” der gibi bana bakıyorlardı. 18 ay sürdü serbest bırakılmaları. Ara Abramyan, çok zengin Rusyalı bir işadamı, bir veya iki milyon dolar gibi bir miktar ödedi bırakılmaları için.
Konumuza dönersek, ‘Screamers’, S.O.A.D.’ın çıktığı konser turuyla da bağlantılı olarak soykırımın inkârına dair bir belgesel ve bu yönüyle önceki işlerinizden çok ayrı bir yerde duruyor. Bu nasıl oldu?
Ben uzun süre Michael Hagopian’la çalıştığım için bu konunun ne kadar zor olduğunu biliyordum. Bu yüzden de hiçbir zaman bu konu üzerine belgesel yapmak istemedim. Bir kere görsel materyaliniz çok kısıtlı; elinizde sadece fotoğraflar ve tanıklıklar var… Ama o dönemde Samantha Power’ın ‘A Problem From Hell: America and the Age of Genocide’ (Cehennemden Gelen Bir Problem: Amerika ve Soykırım Çağı) kitabı çıkmıştı S.O.A.D. da turneye çıkmaya hazırlanıyordu ve S.O.A.D.’ın politik duruşuyla inkâr karşıtı söylemleri, ilgimi çekti. Serj Tankian, inkârın ciddi bir problem olarak masaya yatırıldığı, diğer soykırımları da konu edinen, tarihsel değil, politik bir film çekersek filmde yer alacaklarını söyledi. BBC de inkâr konusuyla çok ilgiliydi, çünkü o dönemde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği için müzakereler başlamıştı. Türkiye’nin AB’ye girmesini istemeyenler, sürekli Kıbrıs sorunu ve Ermeni Soykırımı’nı masaya taşıyordu. Samantha Power da kitabında Ermeni Soykırımı inkârı meselesini daha geniş bir problemin parçası olarak görerek, bu inkârın başka soykırımlara zemin oluşturduğunu söylüyordu. Yani Ermeni Soykırımı’ndan yola çıkarak bu evrensel suça dair bir film çektik.
Çekimlerin ilk ayağı olarak, 2005’te Orhan Pamuk’la söyleşi yapmak için Türkiye’ye geldim. Soykırımla ilgili söylediği sözler yüzünden, başı beladaydı ve gergindi. Onu zorlamayacağımı, hangi konuda isterse, istediği ölçüde konuşabileceğimizi söyledim. Söyleşimi kabul etmesine rağmen, ondan bir daha haber alamadım. Ben de Agos’ta Hrant Dink’le konuştum.
Ermeni Soykırımı veya genel olarak soykırım hakkında bir çalışma yapmak, ruhen çok yorucu. Bu filmde üstüne bir de S.O.A.D’ın agresif şarkıları ve tavrı var. Yorucu muydu onlarla çalışmak?
Belgeseli çekene kadar müziklerini hiç dinlememiştim. İlk dinlediğimde hiç sevmedim. Müzikleri çok sert geldi, şarkı söyleyişleri kızgındı. Ama belgeseli çekebilmem için anlamam gerekiyordu. Evde kimse kalmadığında sesi sonuna kadar açtım, Ermeni müziği ezgileri fark ettim şarkılarda. Sözlerini açıp okudum. Sonrasında da Los Angeles’ta verdikleri bir konsere gittim. Konser alanının önünde birçok sivil toplum kuruluşunun standı vardı. Sadece Ermeniler değil, çeşitli etnik grupların veya insan hakları kuruluşları da stand açmışlardı. 16 -17 yaşlarında, Ermeni olmayan birçok genç, Ermeni Soykırımı’ndan haberdardı. Ermeni Soykırımı’nı grubun şarkıları sayesinde öğrendiklerini anlattılar, bu bana oldukça ilginç geldi. Serj’le de ilk defa o konserde tanıştım, çok dostane ve sıcak davrandı. Belgeselde onların Avrupa turnesinden görüntüler var. Serj’e Türkiye’ye de gitmeyi teklif ettim. Çekinceleri vardı, Türkiye’ye gitmenin bir tavır sergilemek anlamına geldiğini söyledi. Ailesi Kayseri yakınlarındaki Efkere köyündenmiş. Ben o köye gittim, filme çektim. Serj’e de bu görüntüleri izledikten sonra Türkiye’ye gitmeme kararı üzerine yeniden düşünebileceğini söylemişti; fakat görüntüleri gördükten sonra da istemedi.
‘Belki hapse tıkarlar diye yanımda taşıyorum diş fırçamı’
Hrant Dink hakkında bir şeyler duymuş muydunuz önceden?
Tabii ki. Ermenilerin problemlerini dillendirdiğini biliyorduk. Aynı zamanda Orhan Pamuk’un dostuydu, Fethiye Çetin’in müvekkiliydi, yani Hrant’la konuşmak için çok fazla sebebim vardı.
Hrant Dink ile yaptığınız söyleşinin bir kısmını filmde görüyoruz, o güne dair aklınızda kalanlar nedir?
Tehditler aldığını anlatmıştı. Bir yandan da “Bu tehditleri ciddiye almayacaksın, yoksa delirirsin” diyordu. Masasında diş fırçası duruyordu, nedenini sordum. O gün duruşması varmış, “Belki hapse tıkarlar diye yanımda taşıyorum diş fırçamı” diyerek gülmüştü. Cezaevine girme ihtimali olan birine göre çok rahat göründüğünü söylediğimde, bunun sadece göz korkutmak üzere kurgulanmış büyük bir oyun olduğunu anlatmıştı. Masasında Hagop Melik Hagopyan, nam-ı diğer Raffi’nin bir romanı duruyordu. Hrant, onunla ilgili bir yazı yazıyordu. Raffi benim büyük büyük amcam. Bunu ona söylediğimde “Ne? Sen Raffi’nin akrabası mısın?’ diyerek çıldırdı, Agos’takilere beni gösterdi “Raffi’nin akrabasıymış” diye bağırarak.