NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

İnsanın değeri

                                               “İnsan yalnız ekmekle yaşamaz...”

                                                                                                Matta 4.4

Metin Eloğlu hınzır bir şairdi. Can Yücel’le ikisi birer söz cambazı, sözcük büyücüsüydüler.

Eloğlu binlik bozdurur
Ben bozduramam

Eloğlu başını yastığa kor komaz uyur
Ben uyuyamam

Eloğlunun sofrasında dokuz türlü
Benim aç yattığım olur bazan

Benim evim gecekondu
Eloğlunda apartıman

Eloğlunda ince müzik
Benimkisi aman aman

Benim kuru başım bana yeter
Eloğlunda karı kızan

Ben keçileri kaybettim
Eloğlu usta çoban

Bu soyadı bana haram

diyen de, borcunu

Leman Hanım

Size bir şiir borcum vardı ya

İşte onu ödüyorum

diyerek ödeyen de odur.

Bir şiirinde ise sofra adabını öğretir:

 

             Keşkek şu kazanda kaynar benim bildiğim
             Şu güveçte helmelenir fasulya
             Kuzu şu karar ateşte çevrilir
             Tuzlama şu tabağa konur ille
             Yumurta şu sahana kırılır
             Çorba mı? Çorba şu kaşıkla içilir tabii
             Hoşaf bu kaşıkla
             İster uskumru ister kolyoz
             İster orkinos ister hanos
             Balık şu bıçakla kesilir
             Şarap siyahsa şu kadehe konur elbet
             Beyazsa bu kadehe

             Yavan ekmeği nasıl yersen ye 

Bir seçim geride kaldı ve bir saltanat devrildi devrilecek. Tahtı sallayan, cebinde bir teklikle ekmek almaya giden karakaşlı bir çocuktu. Tahtı sallayan, kendi alınterleriyle alınan uçakların parasını kendilerinin ödediği bombalarıyla paramparça edilen 34 insandı. Tahtı sallayan, kilitli vicdanların kazdıkları kömürden daha kara olduğunu ortaya çıkartan, katledilmiş 301 yeraltı işçisiydi…

Daha sayalım mı?

Bu insanların tümü ekmek parası peşinde olan insanlardı. Ekmek parası… Onlar katledilirken başkaları, her biri bir işçi aylığı kadar parayla alınan bardaklarda soğuk limonata içerek serinletiyorlardı vicdanlarını. Söyledikleri söz, hep söylenen o aynı yalandı: Nasıl da büyümüş, gelişmişti bu ülke onların muktedir iktidarlarında… Büyümüştü, evet, ama gelişmiş miydi? Hayır! Bin kerre hayır! Büyümenin rantı, servetin artan bölümü nasıl, nereye akmıştı? Yokluk, yoksunluk niçin azalmamış, eksilmemişti? Hiddet, şiddet, nobranlık, debdebe, kibir, zulüm niçin görülmemiş boyutlara çıkmıştı?

Ne demiş şair, “Hodkam olan zalim olur.”

Bütün sorun, büyük soru burada yatıyor.

Bir şey daha oldu bu yakın yıllarda.

Bir parkta “İnsan yalnız ekmekle yaşamaz!” diye haykırdıkları, ülkeyi ümide taşıyarak o tahtı salladıkları için öldürülen, kör edilen, sakatlanan gençlerin yaktıkları ateş!

James Baldwin’le 1969’da yaptığım röportajda şu satırlar var:

JB – Bir fincan acı kahve için yerlere oturdular bu oğullar, bu kızlar. Hapse girdiler, yüzlerine tükürüldü. Olanlar bunların ana-babalarını nasıl etkiledi sanıyorsun? Beyazların çocuklarının kıyasıya dövüldüğü Chicago’daki son Demokrat Parti Kongresi’nin tamı tamına aynı bir durum bu. Bu herkese birşeyler yapar… Bu herkesi değiştirir. Olanların, değişimin kendisi göstermesi uzun sürebilir. Ama kimse istemez oğlunun dayak yemesini, ya da hapse atılmasını, hem de boş yere, sebepsiz… Zulmedenlerin her zaman yaptıkları şey, sonunda halkı kendilerine karşı harekete geçirmektir. Hükümet halkın gerçek iradesini, desteğini yitirdiğinde, bin yıl da dayansa, eninde sonunda onu alaşağı edeceklerini bilen kimseler için farketmez. 

Geçen hafta şöyle yazdım:

“Biliyoruz ki, devlet erki bir kez ele geçti mi, hele böylesine hırs küpü insanların eline düştü mü, kolay kolay vazgeçilmez. Ve o elde, o ellerde çok oyun, çok olanak, çok güç var. Önümüzdeki yol düz değil, dümdüz hiç değil. Ama bir kez açıldı mı umudun, özgürleşmenin, eşit yurttaşlar olmanın kapıları, bir kez ucundan göründü mü güneş, artık geriye dönüş, karanlığa dönüş de mümkün olmaz. Öyle görüyor, öyle biliyorum... Umarım doğru biliyorum.” 

İşte şimdi, umutların bir parça yeşermesinin, güneşin ucundan görünmesinin hemen ardından, iktidar sahipleri harekete geçtiler. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe,” tutumunda insanlar bunlar, ölümüne savaşmadan iktidardan uzaklaşmayı akıllarına dahi getirmezler.

Hele hele önder bir eski zaman totemine dönmüş, dönüştürümüşse... İş, “Seni sevmeyen ölsün!” raddesine, “N’eylerse güzel eyler!” bağnazlığına, “Ben sana aşığım!” müritliğine gelip dayanmışsa. 

Tevfik Fikret yüz yıl önce söylemiş: 

            Beşerin böyle dalaletleri var
            Putunu kendi yapar kendi tapar

Yüz yıl geçse de unutmayacağım insanlardan biridir Sabri Altınel, öğretmenim ve arkadaşım. Büyük bir şair, usta bir Federico Garcia Lorca çevirmeniydi. Kıraçlar’ın, Zamanın Yüreği’nin, Kentin Küçük Sokağı’nın şairi. 

            Issızın üstünde kar
            Issızın üstünde çatılar

diyen,

            Ah, kimsesiz okul koridorlarında
            Kuru yapraklar gibi sürüklenen ömrüm

dizelerinin şairi.

Sabri Altınel’in birinci basımı 1956’da yapılan ilk şiir kitabının adı İnsanın Değeri’dir.

Aynı başlıklı 2 bölümlü şiiri

            İnsan ne demektir bilmiyorsunuz
            Binlerce yıldan sonra

sözleriyle başlayan şair.

Binlerce yıldan sonra bu ülkede de insanı sevmenin, insanın değerini bilmenin, insanı, erdemi öne almanın zamanıdır.  Hak arayabilme, hesap sorabilme, yani demokrasi zamanıdır. Bu nedenle vakit o vakittir: Safları sıklaştırma vakti!

Kimi arkadaşlarım benim bileceğim yanılgısıyla varsılların 7 cedlerine yetecek servetleri olduğu halde, nasıl niçin daha çoğunun peşinde düştüklerinil sorarlar. Güç, rekabet, en üstte olma tutkusu, hırs, gündemde kalma güdüsü, ego, kapitalist düzen…diyerek birçok bilgiç yorumda bulunurum.

Ekonomi bahsinde bir iktisat profesörü kadar cahilim. Gene de, gelecek hafta bu konu üstünde biraz daha genişçe durmak, akademiden uzak biri olarak cehaletimi bir miktar daha sergilemek istiyorum.