Aylar süren seçim kampanyalarının sonuna geldik. Ya da şöyle diyebiliriz, nihayet sonuna geldik. Zira, bilhassa son bir-iki hafta boyunca, bilhassa iktidar cephesinden gelen ırkçı, ayrımcı söz, saldırı ve ifadeler, muhtemeldir ki birçok insanın tahammül sınırını zorlamıştır. Sadece son haftaya baktığımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Iğdır’da kendisine sırtını dönen kadınlar hakkında söylediği edebe sığmayan sözler, yine Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndaki klozetler konusunu açan CHP lideri Kılıçdaroğlu hakkında söylediği ve tüm temizlik görevlilerini aşağılayan sözler, yine siyasal Kürt hareketini hedef alıyormuş gibi görünen ama sonuçta Kürtlerin inancını aşağılamaya varan, ‘Zerdüştlük’le ilgili ifadeler, iktidarın seviyeyi ne kadar aşağı çekebileceğinin göstergeleri.
Ancak, bu seçime damgasını vuran bir başka mesele daha var; o da, yine siyasal Kürt hareketinin siyasal alanı yönlendirebilecek bir aktör olma ihtimalinin belirmesiyle ortaya çıkan ‘Ermeniler’ meselesi. Geçen hafta Başbakan Davutoğlu’nun bu konuda hayli problemli sözlerini yazmıştım. Bu hava, neredeyse tüm AKP çevrelerine ve medyasına yayılmış durumda. AKP’ye yakın gazetelerde sık sık, HDP vesilesiyle, Ermeni Diasporası’nın Türkiye’ye yönelik bir kumpas içinde olduğu yönünde haberler yayımlandı; HDP’nin Ermeni Soykırımı’nı kabul etmesinden de yola çıkılarak, hayali HDP-Paraleller-Ermeni lobisi ittifakları yaratıldı vs.
Bu konuda son ve en düşündürücü yayın ise, 2 Haziran Salı akşamı TRT Haber ekranlarında yapıldı. TRT Haber sunucularına konuk olan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, yanında getirdiği birtakım görüntüleri, programın sahibiymişçesine, büyük bir rahatlıkla yayına soktu ve üzerine yorum yaptı. İddiasına göre, bunlar büyük oranda Güneydoğu’da çekilmiş cami yakma, Kur’an yakma görüntüleriydi. Gökçek bu görüntüleri yayınladıktan sonra PKK’nın arkasında Ermeni Diasporası’nın olduğunu öne sürdü. Gökçek’e göre, 7 Ekim olaylarının arkasında da aynı diaspora vardı. Gökçek bunları söylerken, “Bu ülkede yaşayan Ermeniler”i ayırdığını söyledi, ancak sözlerinin nereye gittiği ortada.
Dolayısıyla şunu, ‘elde var bir’ gibisinden cebimize koyabiliriz: AKP, şu son haliyle, içinde yaşamaya alıştığı güçlü tek parti iktidarını kaybetme durumuna gelirse, bunun ihtimali bile ufukta belirirse, hayli çiğ, ırkçı, ayrımcı bir dil kullanmaktan çekinmeyecek, bununla da kalmayıp en cinsiyetçi, küfürbaz, ve sınıfsal açıdan aşağılayıcı argümanları kullanmakta problem görmeyecektir.
Son haftalarda yaşadıklarımız, bize şunu da gösteriyor: AKP ve çevresi, içinde yaşayageldiği tek parti iktidarını bir seçim sonucunda kaybetme ihtimali karşısında, neredeyse seçimleri bile bir ‘darbe’ girişi olarak sunmaktan çekinmeyecek, elindeki tüm medya imkânlarını bu algının yaratılması için kullanacaktır.
Dolayısıyla, bu yeni mantığa göre bir partinin seçimlere girip yurttaşlardan oy istemesi, bir tür darbe girişimidir. Tabii, bunu söylerken, aslında bu argümanın en çok, bilhassa şu dönemde, kime karşı kullanıldığını düşünmeliyiz. Bu, Türkiye’deki siyasal sisteme ve Erdoğan’a göre “Çözüldü” denen Kürt Sorunu’na dair de çok şey söylüyor.
Kastettiğim şu: Fark etmiş olmalısınız, iktidar ve medyası bu argümanı en çok siyasal Kürt hareketine karşı kullanmakta. Söylenenleri kabaca özetleyecek olursak, –mealen– şu denmekte: “Siyasal Kürt hareketi bağımsız olarak seçimlere girebilir ve sistemimizin onlar için uygun gördüğü sandalyelere yerleşebilirdi. Ancak bunu yapmadılar ve parti olarak seçime girip %10 barajını aşmaya kalkıştılar. Bu da belki olabilirdi ama bu durum bizim sandalye kaybetmemize neden olabilir. Eh, madem öyle, biz de klasik devletin tüm argümanlarını İslami bir sosa bulayarak Kürt hareketine saldırabiliriz.”
Velhasıl, tüm bu süreçte, siyasal atışma alanında iktidar tarafından en çok kullanılan dil, Kürtler ile Ermenileri ayrı bir yere koyan ve onları ‘ötekileştiren’, aşağılayan, düşmanlaştıran bir dil oldu. Şimdi bunun karşısına, siyasal Kürt hareketinin bu konuda ne kadar dikkatli davranmaya çalıştığını koyalım. “Mitinglerinizde neden Türk bayrağı yok?” sorularına muhatap olmak, bu soruya gayet ölçülü ama yerinde bir yanıt vermek var mesela, geçen haftalardan kalan notlar arasında. Keza, Selahattin Demirtaş’ın, kendi kitlesine, AKP yandaşlarına dostça yaklaşmaları konusundaki telkinleri, mesela.
Bunlar Türkiye’de siyasal alanı belirleyen merkezî otoritenin hâlâ bu alanı ‘ırksal’ (şimdilerde hem ırksal, hem dinsel) temellere oturttuğunun ve bu manivelayı gerek gördüğü zaman kullandığının, bundan sonra da kullanacağının kanıtları. Ve Türkiye’deki geleneksel iktidarı temsil etmeyen birileri siyasetin kaderini belirlemekte ‘söz sahibi’ olduğunda meselenin nasıl bir dengesizlik içinde ilerlediğinin. Dolayısıyla, en azından şu yüz yıllık tarihimizde pek az şeyin değiştiğini söylemek, herhalde yanlış olmaz.
Bunu değiştirebilecek miyiz? Bu seçimlerin temel sorusu bu olacak.