Kamp Armen’in özgür çocukları

Rober Koptaş 22 Mart 2007’de Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen “Hrant’sız iki ay” başlıklı panelde yaptığı konuşmada Hrant Dink’in ve onun gibi yüzlerce çocuğun yolunun kesiştiği Tuzla Çocuk Kampı’nı da konu etmiş, dokuz yaşında Karagözyan’ın Kınalıada’daki yaz kampında kalırken Tuzla’ya yaptığı ziyarette hissettiklerini paylaşmıştı. Sunumun bu bölümündeki tanıklığı aktarıyoruz.

ROBER KOPTAŞ

İlkokulun son iki yılını Şişli’deki Karagözyan Yetimhanesi’nde okudum ben. Yatılıydım. Kış aylarını haftaiçi-haftasonu ayrımı olmadan aralıksız bu okulda geçirir, yaz gelip okullar tatile girince, Karagözyan’ın Kınalıada’daki yaz kampına taşınırdık. Ada’yı, denize girmeyi, ders kaygısı olmadan bahçede özgürce top peşinde koşmayı severdik ama yine de bu kampta içimizi bunaltan pek çok şey vardı. Yatakhanelerimizin ve bahçemizin çevresi duvarlar ve onların da üstünde dikenli tellerle çevriliydi. Sıkı bir disiplin altındaydık. Yemekhanede veya yatakhanede kendi aramızda konuşmamıza genellikle izin verilmez, bir yerden bir yere gitmek için ikili sıraya geçtiğimizde sırayı bozmamıza kızılırdı. Kurallara uymayan cezalandırılır, çoğu zaman da dayak yerdi. Bazen bir tokat, bazen avuç içine vurulan bir sopa, kimi zaman da sıra dayağı şeklinde. Bahçemizin zemini betondu, üzerinde tek bir ağaç yoktu. Öğle uykusu için yatakhaneye çekildiğimiz zamanlar dışında sabahtan akşama kadar vaktimizi güneşin altında koşturarak geçirirdik. Koşar oynar, güler eğlenirdik ama yine de halimizden pek memnun değildik. Arkadaşlarımın çoğu, ki hepimiz 6 yaşından 11 yaşına çocuklardık, kampa ilk geldikleri günlerde durmaksızın ağlar, aile hasretiyle, ev hasretiyle yanıp dururlardı.

İşte o yıllarda, arkadaş sohbetlerimizin en popüler konularından biri de Tuzla çocuk kampıydı. Bir tür efsane, bir cennet gibi anlatılırdı bu kamp. Aramızda daha önceki yazlarını orada geçirmiş birkaç çocuk olurdu mutlaka ve anlata anlata bitiremezlerdi Tuzla‘yı. Onların anlattıklarına kendi hayal gücümüzü katar, biri bin yapıp efsanenin büyümesine katkıda bulunurduk:

“Oğlum, Tuzla’da her gün kıtır patates köfte çıkıyormuş!”

“Döner bile çıkıyormuş bazen!”

“Bahçe kocaman bir ormanın içindeymiş”

“Öğle uykusu yokmuş, bütün gün top oynuyorlarmış!”

“Çocuklar denize gittiklerinde istedikleri kadar yüzüyormuş!”

“Dayak da yokmuş, büyükler küçüklere arkadaş gibi davranıyormuş!”

Kısacası, Tuzla çocuk kampı biz Kınalıada kampındakiler için ulaşılması güç ama hayal etmesi kolay ve zevkli bir cennetti. Ailelerimizin bizi neden Tuzla’ya değil de Kınalı’ya getirdiğine hayıflanır dururduk.

Dokuz yaşına girdiğim 1986 yazının bir Ağustos gününü daha dünmüş gibi hatırlamamın nedeni işte bu hissettiklerimdir. O gün, iki kamp arasındaki dostluğun ve kardeşliğin nişanesi olarak Tuzla kampını ziyaret edecektik. Hep birlikte, yaklaşık 150 çocuk ve bakımımızı üstlenen 20 kadar yetişkin, sabahın erken bir saatinde küçük bir tekneye doluşup yola koyulduk. Muhtemelen bir-bir buçuk saat süren yolculuk hepimize çok uzun gelmişti. Tekne sallandığı için çoğumuzu deniz tutmuştu. Çocuk aklımda, o Tuzla yolculuğu bir başka ülkeye gitmek kadar zorluydu benim için.

Yine bugünden geriye dönüp baktığımda, aslında o hep hayalini kurduğumuz yere vardığımızda hayal kırıklığına uğramamızın çok olası olduğunu görüyorum. Gözümüzde onca büyüttüğümüz kampın gerçek haliyle karşılaşmamız pekâlâ beklediğimiz sonucu doğurmayabilirdi.

Ama öyle olmadı.

Hayır, Tuzla’taki kampta gerçekten de sabah akşam köfte ya da döner yemiyorlardı. Aslına bakarsanız kampın imkânları belki bizimkinden çok daha kısıtlıydı. Ama orada kalan çocuklarla tanıştığımızda, birkaç dakikalık ilk tereddüt anından sonra onlarla kaynaştığımızda, o küçücük aklımızla bile farkına vardığımız çok önemli bir şey vardı. Tuzla kampında kalan çocuklar, bizim aksimize, bulundukları yerden, yaşadıkları hayattan memnundular! Evet, kocaman, yemyeşil bir bahçeleri, ağaçlar arasında salıncakları, voleybol sahaları vardı bizde olmayan. Ama bunlar ikincil şeylerdi. O kampın sınırları içinde çocuklar özgürce hareket ediyorlardı, kısıtlanmış bir ortamda değillerdi. Bu yüzden de yaşadıkları çevreyi benimseyip sahiplenmişlerdi. Bizlere kampı gezdirirken, yemekhanelerini, yatakhanelerini gösterirken o kadar rahat, kendilerinden o kadar emin olmalarının sebebi buydu.

Hep birlikte harika bir gün geçirdik. Koştuk, oynadık, şarkılar söyledik, yemek yedik.

Akşam saatlerinde tekneye binip geri döndüğünde hepimizin üzerinde tatlı bir yorgunluk, aynı zamanda da geride bıraktığımız Tuzla kampına şimdiden duymaya başladığımız özlem vardı…

Kategoriler

Dosya Orta Sayfa