Tuzla çocuk kampı, nam-ı diğer Kamp Armen’i bu kez yolu o kamptan Besse Kabak anlatıyor.
BESSE KABAK
1972 yılının sonbaharında yatılı okula verildiğimde henüz üç buçuk yaşındaymışım. Babam İstanbul’a ilk kez, o senenin ilkbaharında gelmiş; kendi dilimizde eğitim verilen okullarımızın, ayin yapılan kiliselerimizin olduğunu görünce, bu şehre taşınmaya karar vermiş. Köydeki komşularımızın yalvarmalarına rağmen, yanımızda getirebileceğimiz kap kacağımızı, iki yorgan ve döşekten oluşan mal varlığımızı alıp buraya göç etmişiz.
İstanbul denen bu koca şehre geldiğimizde, ailemle birlikte, sekiz ay boyunca, Meryem Ana Kilisesi’nin yanında bulunan ve şimdi kültür merkezi olarak da hizmet veren Vortvots Vorodman Kilisesi’nde kaldık. Altı kişi bir döşekte yatıyor, gönüllülerin pişirdiği yemeklerle karnımızı doyuruyor, onların topladığı kıyafetleri giyiyorduk. Her birini minnetle andığımız o güzel insanların uzattıkları el sayesinde hayata tutunabilmiştik.
Eğitim için verilen mücadele
Kalacak, giyecek sorunumuz giderilmiş, tek bir eksiğimiz kalmıştı: Eğitim.
Babam, atalarımızın diliyle okuma yazma öğrenmemiz için tüm hayatına sil baştan başlamayı göze almıştı, ancak o sırada okullarda birinci dönemin karneleri verilmiş olduğundan, başvurduğu hiçbir cemaat okulu bizi kabul etmemişti. Yöneticiler “Devlet okuluna götürün, onlar kabul ederler” deseler de babamı ikna edememişlerdi. Son çare olarak görüştüğü Hrant Güzelyan ne söyledi bilmiyorum ama, karı koca çalışacakları için, evde yalnız kalmayayım diye, üç buçuk yaşımda olmama rağmen, beni dahi okula kabul ettirmişti. Bugün ana lisanımda okuyup yazarak elde ettiğim değerlerin hepsini o iki müthiş insana borçluyum.
Ben ve benden iki yaş büyük ablam, yaşça küçük olanların barındığı, ‘morakuyr’un (teyze) himayesindeki evde kalıyorduk. Sonradan sorup öğrendim, okulumuzun hemen yanında bulunan, giriş katındaki küçücük dairede 16 çocuk kalıyormuşuz. Büyük ablam ve abim ise bizden ayrıydı. Gündüz okulda birbirimizi görsek de, okul sonrası onlar yaşıtlarıyla birlikte Joğovaran’a giderlerdi.
Köyden geldiğimizde Ermenice ve Arapça konuşabiliyormuşum. Türkçeyi okul ve kamp hayatımda öğrendim. Ana lisanımızda okuyup yazmayı öğrendiğimiz okulumuzun açık olduğu zaman zarfında, dört duvar arasına sıkışan minicik bedenlerimiz, kampa gidildiği dönemlerde, koşup oynamakla, özgürlüğün verdiği hazla sarhoş olurdu. Bir zamanlar uçsuz bucaksız olan kampın arazisi, biz çocukların gülüşleri, ağlayışlarıyla çınlardı. Gönül gözüyle bakabilenler, orada yaşamış 1500 minik kalbin ailesine, doğduğu topraklara duyduğu özlemin, üzüntüsünün, sevincinin çığlıklarını kamp alanının her bir ağacında, her bir tuğlasında görebilir.
Ufukta beliren nokta
“Kamp deyince aklına ne gelir?” diye soracak olursanız, pazar günleri, ufukta beliren minnacık bir noktanın büyümesini izlediğimiz o bir-iki saatlik zaman dilimi derim. Ufukta beliren nokta gittikçe insan şekline bürünür, kimi zaman arkadaşlarımızın aile fertleri, kimi zamansa koşarak boyunlarına sarıldığımız anne-babamıza dönüşürdü.
Ailemizin bizi ziyarete geldiğinde yaşadığımız mutluluk tarif edilemez. Getirdikleri sakızlar ve şekerler, sevincimizi ikiye katlardı. Yüzümüzde güller açar, üzüntümüzü, hasretimizi unutuverirdik. Ancak, henüz 26 yaşında olan ve dört çocuğunun hasretiyle yaşamak zorunda kalan annemin gözyaşları hiç dinmezdi. “Ben köyde bir lokma ekmekle yaşamaya razıyım. Geri dönelim. Orada hiç olmazsa çocuklarım yanımda olur” dese de, çocuklarının Ermenice okuma yazma öğrenmesini, büyüyüp öğretmen olmasını isteyen babamı köye dönmeye ikna edememişti.
Ailelerimiz, ziyaretin ardından kamptan ayrılırken, “Bizi de götürün” diye ağlar, onlara yalvarırdık. Ayrılığın hüznü ne kadar sürerdi hatırlamıyorum, ama kampta bizi eğlendirmek için hazırlanan gecelerdeki kahkahalarımız hafızamda hâlâ tazedir. Yemekhane olarak da kullanılan büyük salonda herkesin toplanmasıyla eğlenceler başlardı. Salonun ışıkları söndürülür, yalnızca mum ışığı kalır, Baron Hrant Güzelyan’ın eline aldığı tencereyle yaptığı hareketlerin aynısını çocuklar kendilerine verilen tencerelerle yapmaya çalışırdı; ışıklar yandığında bütün çocukların ise bulanmış yüzleri ortaya çıkar, salon kahkahalarla çınlardı. Daha dört-beş yaşındaki çocuklara dahi İngilizce öğretildiğini, edebiyat dersleri verildiğini, zekâ ve becerileri geliştirecek oyunlar oynatıldığını hatırlıyorum.
Kampın öğrettiği değerler
Memleketimden getirdiğim hastalığım yüzünden çenemde çıkan yaralar nedeniyle ‘yaralı böcek’ lakabıyla yaşadığım beş sene zarfında, doğal olarak, hem sevinçlerim, hem de pek çok üzüntülerim oldu. Ancak geriye dönüp baktığımda, hayatımın temellerini oluşturan değerlerin köklerinin orada atıldığını görüyorum.
Arkadaşımın payına düşen meyvenin daha büyük olduğunu görüp, dua esnasında, herkesin gözlerinin kapalı olacağını düşünerek benim önümdekiyle değiştirmeye kalktığım gün, başkasının hakkına el uzatmamayı, ve hayatın diğer en önemli kurallarını orada öğrendim. Kamptaki mıntıka temizlikleri sayesinde, çevre ve doğaya önem veren biri oldum. İsraf etmemeyi, çocukların bile, işbirliği yaparak en büyük sorunları giderilebildiğini öğrendim kamp ve okul hayatımda. İnsanların aslında kocaman bir ailenin bireyleri olduğunu, birinin yüreğine acı düştüğünde insanlığın yüreğinin acıdığını öğrendim.
Bunca anı ve yaşanmışlıklardan sonra ben de “Parasını ödeyip aldım, ne yapayım, çözemiyorum” diyen, kampın şimdiki mülk sahibine ve hikâyemizi yeni öğrenen insanlara sormak istiyorum:
Hrant Güzelyan da bu araziyi parasıyla satın almıştı. Onun önderliğinde yetim çocukların emekleriyle Kamp Armen tuğla tuğla örülmüş, çorak arazide her çeşit ağaçla, bereketli bir vahaya dönüştürülmüştü. Çocuk bedeninizin iş gücüyle, emeğinizle yapmış olduğunuz “10 yaşında bir çocuğun o binayı yapması mümkün değil” dedirten eviniz 33 yıl boyunca gasp altında kalmış olsa, sonra da gözünüzün içine baka baka onu yıkmaya kalksalar siz ne yapardınız?