NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

“Doğurmaz olaydı analarımız...”

Evimiz iki katlı, üç odalı, iki mutfaklı bir evdi. Bir de avlusu, avludan girilen ahırı vardı. Hela evden ayrı, avludaydı. Bu evin avluya açılan bir odası ile mutfağını teyzem Keğezsig kocası ve üç kızıyla kullanırdı; ilk kattaki öteki odayla mutfak ve ahır bizimdi. Odada anneannem Homosi, babam, annem ve üç ablamla ben yatardık. Ağabeyim Hamparsum askerdeydi, dönünce üst kattaki misafir odası ona verildi.

Bu misafir odası evin en geniş odasıydı. Tavanı yüksekti. Önünde üç kemerli bir ‘sallık’, yani üstü örtülü, taş döşeli teras vardı. Yazları toprak dama yataklar serilir, bir bölük aile de bu sallıkta, gece mavi-beyaz pırıl pırıl yanan Erciyes’e karşı uyurdu.

Misafir odasının tabanı fırçalana yıkana sakız gibi apak olmuş ahşap döşeliydi. Burada iki sedir, bir masa ve Develi’de hiçbir evde görmediğim güzellikle, cilalı sert ahşaptan, kolluklu, sırtı öne arkaya ayarlanabilen, iki ön kolonu burmalı, eve bir başka diyardan gelmiş gibi duran bir koltuk vardı. Odaya girişte sağ duvarda yerdeki ahşap gibi yıllanmış, temizlenmekten ağarmış, iki kapısı işlemeli, yer yatakları, yorgan ve yastıklar için bir yüklük ile hemen yanında aynı görünüşte, gaz lambası, ayna, tabak çanak konan bir dolap vardı. Odanın tavanı yüksek olduğundan, yüklüğün ve dolabın üstünde aşağı yukarı 1 metre yüksekliğinde bir boşluk bırakılmıştı. Burası üç amaçla kullanılırdı: Babam güzün buraya çıkar, arıstaktaki merteklere çakılmış çivilere kış kavunu, budaklı iğde dallarına dizili kış üzümü asardı. Bu meyveler Ocak-Şubat ayına kadar dayanır, konuklara ikram edilir, Büyük Perhiz’de ailenin beslenmesine yarardı.

İkinci işlev, ailenin sandık-bavul gibi her zaman kullanılmayan eşyasına depoluk etmekti. Üçüncüsü ise, konuklar ve ablalarıma talip müstakbel dünürler geldiğinde evin en küçüğü olan benim mekanım olmasıydı: Oraya tırmanır, cümbüşü oradan seyrederdim.

Koltuk gibi, evdeki hiçbir şeye benzemeyen, başka bir dünyadan gelip düşmüş başka şeylere de işte o yerde rastla(r)dım. Bunlar, ahşap bir çanta dolusu Osmanlı tapusu, koca koca, resimli işlemeli, Çarlık döneminden ruble banknotları ve İngilizce kitaplardı. Epeyce yıpranmış, kat yerleri yırtılmaya yüz tutmuş, Arapça yazılar, sihirli mühürlerle kaplı tapulara, büyülü bir alemden gelmiş gibi görünen rengarenk banknotlara çocuk gözlerim koskoca açılmış bakar, hayale dalardım. Ama beni en çok meraklandıran İngilizce kitaplardı...

Bu kitaplarda resimler, çizimler, desenler de vardı. Daha okuma yazma bilmiyordum, İngilizce olduklarını annemden öğrenmiştim. Resimler alıp götürürdü beni; kiminde bir kunduracı pos bıyıklarıyla kucağındaki meşin önlükte bir ayakkabıyı çift iğneyle dikiyor, kiminde marangoz elinde raspa, masada çekiç testere, ağzında çiviler, dolap yapıyor, kiminde demirci ocaktaki kızgın demiri örste çekiçle dövüyordu. Antik binalar, çağlayanlar, ormanlar, çocuklar, balık avları, kuşlar, çiçekler... Kimi tanıdık kimi yabancı yığınla olay, yaşantı, manzara.

Küçük ablam Takuhi (-1991), küçük teyzem Vartanuş (-2001), anneannem Homosi (-1964), annem Maryani (-1998). Develi’deki evin avlusunda/1954

Anneme kitapları sorardım, bana anlatırdı; sonra gene sorardım, gene anlatırdı. Yaşım ilerleyip okula başlayınca, bu kitaplar ilgimi daha çok çeker oldu. Harfleri çözüyor, heceliyor, ama hiçbir şey anlamıyordum. Onların yabancı bir dilde, İngilizce olmalarını yadırgamıyordum, Türkçe’den başka diller olduğunu doğuştan biliyordum, evde zaman zaman Ermenice konuşuluyordu, annemin okuduğu İncil de Ermeniceydi. (Aslında iki İncil vardı evde, Ermenice dilinde yazılmış olanı ve Ermenice harflerle Türkçe olanı.)

Zamanla anneme bu kitapların nasıl olup da evimizde bulunduğunu sorar oldum. Annemin bu soruya kaçamak cevaplar verdiğini önceleri anlamadım. Sonra sonra, annemin İngilizce ABC’yi söyleyebildiğini, o dilde sayıları ezbere sayabildiğini görünce, merakım iyice kabardı. Bunları nasıl öğrendiğini bilmek istedim.

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Everek’te Amerikalılar bir kolej kurmaya gelmişler. Arazi alınmış, hazırlıklara başlanmış. Dedem, annemin babası, kolejin kurulmasında bir tür vekilharç görevindeymiş. Çocuklara dersler de başlamış, annemin de katıldığı. Sonra, sanırım Balkan Savaşları sırası veya sonrasında, Büyük Savaş’ın ayak sesleri duyulmaya başlayınca, Amerikalılar tası tarağı toplayıp ülkelerine gitmek üzere Develi’den ayrılmışlar. O sırada dedemin üç çocuğu var, annem ve iki küçük kızkardeşi. Kolej kurmaya gelenler dedemden ailesini alıp onlarla gelmesini istemişler; dedem şaşmış bu öneriye, nereye gidecek, orası yurdu ocağı, doğup büyüdüğü, mezarlıkta atalarının yattığı, evlenip yuva kurduğu memleketi... Gitmemiş. İşte annemin öğrendiği İngilizce’nin ve o kitapların sırrı buydu, o zamanın kalıtıydı bunlar.

Peki, ya tapular, rubleler? 

Rubleler konusunda birşey öğrenemedim, söylendiyse de şimdi hatırlamıyorum. Tapular, anlaşılan, dedemden kalmaydı. Çok sayıdaydı bunlar. Belki de çoğu Amerikalıların kolej açmak için edindikleri arazilere, mülklere aitti; belki de giderken dedeme devretmişlerdi bunları. Bildiğim, o tapulardan hiç söz edilmediği, kimsenin onlarla ilgilenmediğiydi. Sonra İstanbul’a, Tıbrevank’a geldim, bunları ben de unuttum, bunlarla ben de ilgilenmedim.

Geçen hafta AGOS’un 3. sayfasındaki 1915’te Bu Hafta sütünunda 8 Mart başlığı altında şu bilgi vardı: “Mart’ın ilk yarısı Everek (Kayseri): Ermenilerin önde gelenleri tutuklandı; Everek Konağı’nda gördükleri işkence sonucu çoğu öldü.”

Ablam Vartuhi 81 yaşında. Bu konu her açıldığında hala şaştığı, akıl erdiremediği bir şey var: Niçin acaba ilk dedemi götürmüşler? Daha varsıl Ermeniler var, hınamagallar, önde gelenler, dedemin akranı olanlar, ondan daha gençler, daha yaşlılar... Niçin ilk dedem? Bir ata bindirilmiş, götürülmüş. Bir daha kendisinden haber alınmamış. Niçin? Ablamın çözümü: Amerikalılarla çalıştığı için olmalı; Amerikalılar toplumda öne çıktığından o da maruf, etkili, tanınmış sayıldığı için herhalde.

Dedem götürüldüğünde 35 yaşında. Geride genç bir eş, anneannem Homosi (Doğurmaz olaydı analarımız/Gam ile yoğrulmuş binalarımız”), üç kız çocuğu, Maryani (12), Keğeszik (9), Vartanuş (3) kalmış. Onlar nasıl hayatta kalmış, sonrasında nasıl yaşamışlar, bir başka hikaye. Ya babam? Çatlı Arsen? O hem öksüz hem yetim. O da bambaşka bir hikaye, bir acı roman.

Dedemin adı Nazar’dı. Nazar Keyişyan. Ben onun adını taşırım, 1934 mirası soyadımla birlikte.