Hafıza tuhaf bir şey. Yoksa beyin mi demeli, hafızayı içinde barındırdığına göre... Bazen bir koku bir müziği getirir akla, bazen bir müzik bir kokuyu, şimşek hızıyla, ama bir meltem gibi yumuşacık. Ve ikisi de sürükler peşinden bir anıyı, bir anı. Sonra biri çıkıp geliverir geçmişten, bir an, bir mekan canlanıverir her şeyiyle, bir gülümseme gelip yerleşir yüzünüze, derken bir özleyiş sarar içinizi, bir kayıp duygusu...ve bir acı.
Bazen de bu güzel şeylerin hiçbiri olmaz.
Şu sıralar kurşuni bulutların arasından ufacık bir gün ışığı kendini gösterince aklıma Seyrani düşüyor, Seyrani’nin bir dörtlüğü:
Nasıl geçtin boz-bulanık sellerden
Haber mi aldın esen yellerden
Yadigâr mı geldin bizim ellerden
Gül ü reyhan misali koktun birader
Bu dörtlüğü bilmiyorsanız Ruhi Su’nun sesinden türküsünü dinleyin. Onda hasreti, yoksunluk içinden doğan umudu, kara bulutların arasından sızan ışığı duyacaksınız.
Seyrani koşmasının başı şöyle:
Kurtla kuştan alıp benim haberim
Kalkıp yoluma mı baktın birader
Geldiğin duyunca arttı kederim
Gözlerimden yaş akıttın birader
Devamında:
Aman sultan seni redif almasın
Yavruların melul mahzun kalmasın
Buna sebep olan çare bulmasın
Derdim birken beşe arttı birader
Sılada nicedir körpe kuzular
Uzattık arayı bizi özüler
Âşık Seyrani'yim yaram sızılar
Ateş ciğerimi yaktı birader
Şubat melun bir aydır. Bir yandan boyuna posuna bakmaz, umut verir, bahar umudu, bir yandan Mart’a açılır kapısı, yakar dondurur, od-ocak söndürür. Zemheri biter, “Gücük” başlar. Gücük; “Haddini bil behey bücür” anlamında belki de... Doğu kiliselerinde çoğun Büyük Perhiz’in başladığı aydır Şubat, perhiz Paskalya’ya kadar sürer; hayvansal hiçbir gıda, et, süt, yumurta, peynir yenmez; yalnız bitkisel besinler, meyve, sebze, zeytin, ekmek...
Annem inançlı bir kadındı. Büyük Perhiz’de o besinleri günde bir kez, akşam olunca yer, bunun dışında su da içmez, 24 saat oruç tutardı. 40 gün. Hatta bu sürenin son 3 gününde kendini büsbütün aç bırakır, ne su ne ekmek, orucu 72 saat sürerdi. Develi’de ‘Oğundurma’ tabir edilen buna Surp Sarkis Orucu da denir. Annem bu perhiz ve orucu sanırım seksenine kadar sürdürdü. Onu kaybettiğimiz ’98 Nisan’ında ben de, annemin anısına, 40 gün onun yolundan gittim. Bu yıl kızım Ludmilla’yla aynı perhizdeyiz, bedenimizi toksinlerden arındırıyoruz.
Seyranî Everekli, Develilidir. Develililerin çok sevdikleri, övündükleri bir aşık, bir ozandır. Eskiler onun ermiş olduğunu, bir çok kez aynı anda ayrı yerlerde görüldüğünü söyler, buna inanırlardı. Sonuncu büyük halk ozanlarından olduğu su götürmez. Nef”i’nin yolundan gittiğini, onun gibi dik başlı, hicivci olduğunu söylemek gerekir. Bu nedenle başına dertler açmıştır. Yazıyı yazarken Seyrani’yi, hayatını yeniden okudum. Onun hakkında her yerde benzer şeyler söyleniyor. Birini, Seyrani sitesinden, okuyalım:
“19. yüzyıl gizemci halk şiirinin büyük ustası, kuşkusuz, Seyrani’dir. Dehası, yergiciliği, taşlamacılığı, bir bakıma, gizemciliğini bastıran, haksızlığa, rüşvete, kıyıcılığa, toplumsal dengesizliklere, kaba sofuluğa, ahlaksızlığa karşı gözünü budaktan esirgemeden, korkmadan, çekinmeden savaşını veren, bu arada inancının gereklerini de bir yana itmeden, şiirsel yapıdan, söyleyişten uzaklaşmadan, etkin, kalıcı şiirlerini sazıyla halk içinde söyleyen güçlü bir ozanımızdır Seyrani. Şiirlerinin çoğunun bugün de güncelliğini yitirmemiş olması, halk arasında büyük saygınlık kazanması, Seyranî'nin gücünün simgesidir.”
Acaba niçin böyle oluyor? Niçin şairlerin, halk ozanlarının yazdıkları yıllar, yüzyıllar boyunca eskimiyor, içeriğini, geçerliliğini koruyor? 13. yy ozanı Yunus Emre’den 16. yy.da Pir Sultan Abdal’a, 17. yy.da Nef’i’ye, Kaçak Abdal’a, 19.yy.da Dadaloğlu’na, Seyrani’ye, geçen yüzyılda Neyzen Tevfik’e uzanan bu zincir niçin günümüzde hala sürüyor? Örnekler verelim
Yunus Emre’nin şu feryadını daha önce de yazmıştım.
Ya ilahi dersual etsen bana,
Cevabım işbudurur anda sana
Ben bana zulmeyledim ettim günah,
N'eyledim n'ettim sana ey padişah?
Nesne eksildi mi mülkünden senin?
Geçti mi ya hükmüm, hükmünden senin?
Rızkını yeyip seni aç mı kodum?
Ya yeyip öynünü muhtaç mı kodum?
17. yy şairi Nef’i’yi zamanın şeyhülislamı uyarmış, bir müslümanı kötülerken aşırı gidilirse küfre düşülebileceğini söylemiş. Nef’i buna karşılık:
Müftü Efendi bize kafir demiş
Tutalım ben O’na diyem Müslüman
Lakin varıldıkta ruz-ı mahşere
İkimiz de çıkarız anda yalan
Bir başkasında Nef’i, kendisine ‘kelp’ diyen Vezir Tahir’e cevap verir:
Tahir Efendi bana kelp demiş
İltifatı bu sözde zahirdir
Malikî mezhebim benim zira
İtikadımca kelp tahirdir
kelp: köpek
tahir: temiz
Nef’i padişahtan sadrazama, ulemaya, vükelaya demediğini komaz. Siham’ı Kaza (Kaza Oku) adını verdiği kitabının peşinden Padişah seyrandayken yanına yıldırım düşer. Padişahın öfkesinden kurtulmak için hadımağasına giderek dilekçe yazdırmak isteyen Nef’i, dilekçe yazılırken siyahi ağanın kaleminden bir damla mürekkep beyaz kağıda düşünce, “Mübarek teriniz damladı efendim,”der. İdam edilir. Onun için yazılan beyit şöyle:
Gökten nazire indi Siham-ı Kaza’sına
Nef’i diliyle uğradı Hakk’ın belasına
Dadaloğlu:
Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımız temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir
“Ellerin attığı taş bana değmez/İlle dostun gülü yaralar beni” diyen Pir Sultan Abdal’a kulak verelim:
Münafıkın her dediği oluyor
Gül benzimiz sararuban soluyor
Gidi Mervan sa’d oluban gülüyor
Katip ahvalimi Şah'a böyle yaz
Pir Sultan Abdal'ım ey Hızır Paşa
Gör ki neler gelir sağ olan başa
Hasret koydun bizi kavim kardaşa
Katip ahvalimi Şah'a böyle yaz
***
Yürü bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devirilir
“Ozanın sorumluluğu, onu çıkaran toplumu başka bir ozan çıkaracak güçle donatmaktır,” der James Baldwin. Bizim ozanlarımız bu sorumluluğu bihakkın yerine getirmişler.
Seyrani’yle bitirelim.
Benden selam söylen çattımçanağa*
Kokmadıktan kelli gülgüllenmesin
Sokmayın kargayı gül olan bağa
Gübre müptelası bülbüllenmesin
Gelin görün ki, kargalar çoktan girmiş gül açan bağa, danalar girmiş bostana...
*Çattımçanak: Gelincik çiçeği