Luxus’un yeni albümü ‘Hunim Başımda’nın çıktığı günlerde, Kadıköy Sahne’de bir konserleri oldu. Konserde onları izlerken, sahne performanslarından çok etkilenmiştim. Luxus, 2005’te, “Hadi çıkıp çalalım” diyerek öncelikle bir sahne projesi olarak ortaya çıkmış zaten, sonradan özgün besteler ve başarılı cover’larla oluşan albümlerle yoluna devam etmiş. Ama Luxus’u sahnede dinlemeden, yani sahne performanslarının enerjisini almadan gerçekte nasıl bir müzik yapıldığını tam olarak anlamak da mümkün değil.
“Hunim Başımda”, grubun üçüncü albümü. Hatırlıyorum da 2008’de grubun ilk albümü “Acayip Şeyler” çıktığında, bu “acayip” grubun derdi ne diye dikkat kesilmiştim, şarkılar Gogol Bordello havasındaydı ama başka bir şeydi de aynı zamanda ve şarkıları sakin sakin dinlemek mümkün değildi, zıplanamıyorsa kıpırdana kıpırdana... Sonra, 2011’de ‘Bi’Lareya’ çıktığında, tamam dedim, grup çizgisini bozmadan daha da “acayip”leşerek yoluna devam ediyor. Ve 2015’te nihayet “Hunim Başımda” albümüyle çıkageldiler. Konserde yeni albümün şarkıları buram buram Gezi kokuyordu, zaten dinleyiciler de Gezi sloganları atmadan duramamışlardı. Konsere, aralarında şairlerimizden Defne Sandalcı, Anita Sezgener ve Uygar Asan’ın da olduğu bir grup arkadaşla gitmiştik. Meğerse Defne Sandalcı, grup üyeleriyle sıkı arkadaşmış, konser sonrası grupla bir araya gelip keyifli bir sohbet yapıyoruz. Agos’tan söz açılınca, “Agos’ta röportajımızın çıkması bizim için çok değerli olurdu” diyorlar ve bir gün ayık kafayla buluşalım sözüyle ayrılıyoruz o gece. Araya başka konserler de girdikten bir hafta sonra, Kadıköy’de yeni açılan Muhit adlı barda nihayet buluşuyoruz bir akşamüstü. Grubun kurucularından ve şarkıların söz-müzik yükünü sırtlanmış olan Alper Bakıner’in de ortağı olduğu Muhit’te, bizi sadece grubun üyeleri değil, barın maskotu ve kedisi Muhittin de karşılıyor. Grup üyelerinden Alper Bakıner, Kamucan Yalçın ve Ozan Akgöz dışında, bu röportaja önayak olan Defne Sandalcı ve tabii Muhittin’in misafirperverliğinde, keyifli bir sohbet yapma imkânı buluyoruz.
İpi bırakmak
Söyleşide ilk sorum, albüme adını veren şarkıya atıf yaparak “Ne oldu da huniyi başınıza geçirdiniz?” oluyor, doğal olarak. Çünkü bu ara delilik gündemde, Metis Yayınevi 2015 ajandasının adını “Beni siz delirttiniz!” koymuşken, son yıllarda psikoloji kliniklerine başvuranlar on yıl öncesine göre beş kat artmışken. Alper söze giriyor ilk olarak, “Çat diye 6.000 zeytin ağacı kesiliyor. Hiçbir şey yapamamak bir kere insanı delirtmiyor mu zaten? Gazeteyle ilgili olacak ama, başka bir gazete olsa da söylerdim, Hrant’ın katillerini hepimiz biliyoruz ama bir şey yapamıyoruz. Yani delirmiyor mu Agos burada?” Hemen ardından Kamucan alıyor sözü, “Bizi aslında ayrımcılık delirtti” diyerek: “Karanlık bir fıttırma hâli değil bu delilik, ama sebebinin karanlık olduğu da ortada. Yani bu ‘biz merkezcilik’, o ‘biz’in içinde de beton, bir hastalık gibi her tarafı çevirerek insanı ağaçtan, hayvandan, ötekileştirdiği her şeyden ayırıyor.” Ozan ise, başka bir yerden yaklaşıyor deliliğe: “Delirdiğin zaman, sana uygulanan şiddet karşılık bulmuyor, çünkü sen o dünyada, onların dünyasında değilsin artık. Delirmek, bu noktadan sonra sonuçtan çok bir çözüm hâlini alıyor” diyor. Tam da bu noktada, Ozan’ın sözlerinin “Hunim Başımda” şarkısının bir yerinde geçen “Bize bişey olmaz” sözündeki anlama denk geldiğini söylüyorum ki, Alper de onaylıyor, “Bize bişey olmaz, aslında bir davet” diyor, “katılın demek istiyoruz bu deliliğe, ama örgütlenin değil, herkesin kendi rengiyle, varlığıyla yer alabileceği bir davet.” Kamucan da, Ozan’ın sözlerine hak veriyor: “Bir kere delirince, sana ‘şunu yap, bunu yapma’ diyen iktidarı muhatap almıyorsun ya. Kendimizi kimlik kimlik üstüne inşa ediyoruz ya, delilik aslında bu kimlik binasını alaşağı edip, dayatılan kimliklere de çok güzel bir nanik yapmış oluyor. Ama bu cinnet hâlindeki bir delilik hâli değil elbette. Mesela bugün bir şey izledik, Afrika’da bir grup çocuk oyun bahçelerine inşaat yapılmasını protesto ediyorlardı, duvarları yıkan bu çocuklar, ‘Çocukların elinden oyun bahçesini almak, terördür, istemiyoruz sizin okulunuzu. Oyun bahçemizi vermiyorsanız, ders girmeyi reddediyoruz’ diyorlardı ve o çocuklara biber gazı sıkılıyordu. Çocuğa biber gazı sıkılıyor ve istediği de oyun bahçesi. Dünyanın çivisi çıkmış, çok net. Memleket durur mu, onunkisi asırlardır çıkmış zaten. ‘Hunim Başımda’yı ben biraz oradan değerlendiriyorum, yani çivi çiviyi söker durumu.” Ve sonra, başlarından geçen ilginç bir hikâyeyi anlatıyor Kamucan: “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne gitmiştik, şarkı söylemeye. Hekim olmayanlar, yani oranın sakinleri bahçede bir oyun oynuyorlardı. Ipin iki ucundan tutup çekerek oynanan bir oyun. Çok neşeli olduğu kadar hüzünlü bir şey, kendini onların yerine koyarak hesaplaşıyorsun. Onlardan bir tanesi, yani hekim olmayanlardan bir tanesi, ip çekiliyordu, ipi bıraktı. Yani onun neşelenmesi için tasarlanan şenlikte ipi bıraktı. İpi bıraktı gitti, biz ağladık. O vazgeçiş, bizim için çok sivri, sert bir noktaydı. Hüzünlü olduğu kadar, şifalı bir andı. Aynı durum sokakta olsaydı, o âna ben nasıl yükselirim diye düşünürdüm, ama orası sonuçta bir akıl hastanesiydi. Biz oraya turistik bir ziyaret yapıp albüm çıkardık sanılmasın.” Alper de, müzik piyasasını kastederek, “Biz de ipi bıraktık” diyor, “başka türlü bu oyundan vazgeçmeden bir çıkış bulmak mümkün değil.”
İronik hüzün
“Oyun bahçesi”, “biber gazı” denilince, ben sözü hemen Gezi’ye getiriyorum. Albümdeki şarkılarda Gezi Ruhu olduğunu söyleyince, sözü Kamucan alıyor, “Gezi sırasında, sokakla eş anlı bir sürü şarkı üretildi, güzel işler yapıldı. Biz biraz sonra çıkardık, çünkü o sırada gaz yemekle meşguldük. Yani o sindirimden sonra çıktı albüm, o yüzden çok mutluyuz.” Alper de, “Her gün gazetelerde Gezi’yle ilgili şarkı listelerini görünce, onca olay arasında nasıl zaman buluyorlar da bu şarkıları yapıyorlar diye şaşırıyordum. Ben bir yazıyı zor yazmıştım, o da parkta sabahladığım bir gece, Radikal’de yayımlanmıştı” diyor ve ekliyor: “Albümdeki şarkıların neredeyse hiçbiri Gezi’den sonra yapılmadı. ‘Reggae’nin fikri daha önceden atılmıştı, ‘İsyan Şekeri’nin sözleri de Gezi’den önce yazılmıştı aslında. Mesela ‘Düştü Paris’, 2007’de yazdığım bir şarkı. Le Pen Fransa’daki seçimlerden yüksek oy alınca o şarkıyı yazmıştım. Ama beğenmeyip bir köşeye kaldırmıştım. Sarkozy, Romanları sınır dışı etme kararı alınca şarkı yeniden gündemime gelmişti. Üstüne, o günlerde Tony Gatlif’in ‘Korkoro’ filmi de gelince, tamam oldu. Bu arada dinleyenlere küçük bir ipucu, ‘Düştü Paris’i ‘Korkoro’ filmini izledikten sonra dinlerlerse, şarkıyı daha iyi anlayabilirler. Filmdeki kemancı olan karakterin ağzından yazdım o şarkıyı.” Ben de, “O zaman, Gezi Ruhu sizde Gezi’den önce başlamış” deyince, Kamucan, komplo teorilerine mahal vermemek amacıyla “Eş zamanlı” diyelim diyerek gülüşmelere neden oldu. Ama bütün ekip, ilk günden beri oradalarmış. Kamucan, “Kısa süre de olsa orası hayata benzedi, bütün sokaklar çiçeklendi. Beni oradaki birleştiricilik heyecanlandırdı” diyor. Ozan da Gezi için, “Çok uzun zamandan sonra, onur mu, gurur mu, öyle bir duygu hissettim o günlerde, insanların yüzüne baktım. Otuz beş yaşındayım ve bu yaşıma kadar çıplak bir insan olarak yaşayamadığım için, böyle bir ihtiyacı ilk defa bu yaşımda, böyle bir olay sayesinde hissettim. Yolda yürüdüğümde, havanın aydınlık olmasının güneşle ilgili olmadığını anladım” diyor. Albümde farklı dillerden şarkıların olması, dünya müziği denilen o renkliliğin yer alması, şarkı sözlerindeki İkinci Yeni’nin etkisi, zaten Gezi Ruhu’nu gösteren işaretler. İkinci Yeni’den söz açılmışken, Cemal Süreya’nın hüznünü şiirlerinde ironiyle dile getirişine benzetiyorum, şarkı sözlerindeki ironiyi. Katılıyor bu tespitime grup üyeleri, bu albümde iyice ortaya çıktığını söylüyorlar ironi ve hüzün ilişkisinin.
Sahne ve sokak
Sahneyle ilişkilerini soruyorum bu defa. Kamucan, “O bir sokak hâli” diyor, yani sahneden çok bir sokaktaymış gibi çalıp söylediklerini. Hakiki oluşları ve insanlarla şarkılar arasında kurulan bağın nedeni, bu sokak hâlinde aranmalı gerçekten de. Alper, “Kendimizi en mutlu hissettiğimiz yer” diyor sahne için, “Ne evimiz, ne yatak odamız en rahat ettiğimiz yer.” “Bu çok belli oluyor” deyince, gülüşmeler oluyor. Ozan, “Biz ilk çalmaya başdığımız zaman, sahne olarak tasarlanmış bir yerde çalmadık, dinleyen insanlarla aynı düzlemdeydik. Hep birlikte, orada bir müzik var, biz de, onlar da onun içindeyiz” diyor. Bu iç içelik hâlini Alper, “Kemanım, dinleyen bir kadına sürekli çarpıyordu” diyerek örnekliyor.
“Biz hapşırmak istiyoruz”
Grup üyelerinin neredeyse tamamı klasik müzik ya da caz eğitimi almış kişiler olduğu için, “Neden öğrendiğiniz o müzik size yetmedi? Kendinizi ‘öteki’ hissetmeyle bu arayışın bir ilişkisi var mı?” diye soruyorum. Ozan, “Bu tip eğitimler genelde elit şekilde oluyor. İstanbul’daki konservatuvarların lokasyonlarına da bakarsanız, en eskilerinin, bu bellidir aslında” diyor. Alper ise farklı düşünüyor bu konuda: “Okul bize her bakımdan faydalı oldu. Hocalarımdan çok şey öğrendim, okul bir çevre de sağlıyor aynı zamanda.” Elit olmadıkları, arabesk şarkılara da cover yapıyor oluşlarından da belli. Cover yaptıkları şarkıyı bambaşka bir şeye dönüştürüyorlar, son albümde yer alan “Hür Doğdum” şarkısının sözleri bile değişmiş. Alper, Miles Davis’in klasik müziği tanımlarkenki sözünü çok sevdiğini söylüyor: “Ölü beyazların ölü müziğidir.” “Ama üstüne basarak söylüyorum” diyor Alper, “Miles Davis’in sözüne katıldığım için seviyor değilim o sözü. Klasik müzik dinler ya da dinlemezsin, o başka bir şey. Orada bir tarif var: Ölü müzik. Bu klasik müzik midir, caz mıdır, fark etmiyor, ölü müzik diye bir şey var. Demek ki yaşayan müzik diye bir şey de var. yani kan dolaşımı devam ediyor, kanı akıyor. Bunun için de bitmemiş olması lazım. Sanırım Miles Davis de bunu söylemek istiyor. Biz hep yaşayan müziğin peşinde olmaya çalışıyoruz. Bu anlamda şarkılarla da sürekli uğraşıyoruz aslında, sahnede bile uğraşıyoruz.” “Sahnede farklı bir şekilde söyleyip sonradan şarkıyı değiştirdiğiniz oluyor mu?” diye soruyorum. “Farkında olmadan bile değişiyor diyor Alper, “birinci albümdeki şarkıları, gelin şimdi bir de sahnede dinleyin mesela. Ve biz bunları prova ederek yapmadık. Davulcu bir şey değiştiriyor, gitarcı bir şey değiştiriyor, şarkı sonunda başka bir şeye dönüşmüş.” Kamucan, budurumu dilin seyahatine benzetiyor, “Şarkı yaşıyor, deviniyor ve o zaten kendine bir şey ekliyor. Ölü müzik sözü yanlış anlaşılmasın, her müzik hortlatılabilir aynı zamanda. Ravel, Satie’yi formsuzlukla suçlar. Satie, bunun üzerine armut formunda parça besteler. Şimdi bu çok iyi bir cevap. Bence mesele, ölü müziği dürte dürte hortlatmalı. Biz cendere sevmiyoruz aslında. Herhangi bir ekolde size dayattıkları, bu işler böyle olurun önerdiği bir hayat, bir üretme biçimi var. Biz çok keyfekeder takılıyoruz. Klasik müzik eğitiminde bir burun kaldırma var, biz hapşırmak istiyoruz” diyor. Ozan, bir şey eklemek istiyor bu söze: “Klasik müziğin dünyada ifade ettiği şeyle, Türkiye’de ifade ettiği şey, tam da aynı değil. belirli bir dönemde başlamış ve bir ideolojinin dayattığı bir şey. Elitlik derken, kastettiğim şey buydu.”
Biraz ağır konuların dışına çıkmak için “Müzisyen olmasaydınız, ne olurdunuz?” diye soruyorum. İlk yanıt Ozan’dan geliyor: “Aşçı olurdum. Bolu Mengen Aşçılık Okulu’nu kazanmıştım.” Alper’in yanıtı da çok net oluyor: “Çay ocağı işletirdim.” Bu konuda kafası en karışık olan Kamucan, aldığı eğitim ve çizmeyi sevdiği için ressamlıktan dansözlüğe pek çok meslek sıralıyor. Bu arada albümdeki kapak hariç bütün çizimler Kamucan’a ait. “Bugünlerde ne okuyuyorsunuz?” diye sorunca da, Alper, çantasından Pınar Öğünç’ün “Aksi Gibi” adlı hikâye kitabını çıkarıyor. Ozan okuduğu kitabı tam hatırlamıyor, “Babafingo’ydu galiba adı” diyor. Kamucan, yeni bir yayınevi olan Nod’a dikkat çekiyor, en son Nod’dan çıkan Martenson’un kitabını okumuş.
Ermenice ilk sözcük
Söyleşi sona ererken, sormadan edemiyorum, Ermenice bir şarkı da yapacak mısınız diye. Kamucan, başından geçen bir hikâyeyle karşılık veriyor bu soruma: “Artvin’de bir festivale gitmiştik, şarkılarımızı söylemeye. Geri dönerken uçakta yanıma oturan kadın bilmediğim bir dilde konuşuyordu. Ben de dayanamayıp hangi dilde konuşuyorsunuz diye sordum. Dedi ki, İngilizce. Yok dedim, başka bir dil daha konuşuyorsunuz. Dedi ki, Ermenice. Bu kişinin festivalde şarkı söylemek için gelen sevgili Hasmik Harutyunyan olduğunu öğrendim. Sonra sohbet etmeye başladık. Kahkahalar şakalar içinde, iki kadın müzisyen olarak. Bir süre sonra elbette sohbetin konusu acılaştı.Hatırayı tutuyoruz, ama bu muhafazakârlık değil, ne olduğunu bilmek, hakikate duyulan saygı ve hasret. “Bana Ermenice bir şarkı öğretir misin?” dedim. Dedi ki, kız şarkısı mı istersin, erkek şarkısı mı? Kız şarkısı istedim. Bana ‘Sareri Hovin Mernem’i öğretti. Hostes dahil herkes bize bakıyordu. Onunla el ele , diz dize ‘mernem’ demeye çalıştım yolculuk boyunca. Hem çok kıymetli, hem de çok acı bir tesadüf eseri, dağların rüzgârından önce, Ermenice öğrendiğim ilk sözcüğüm, ‘ölürüm’ oldu. Ben ne olup bittiğini biliyor, hatırlıyorum.”