Beyoğlu’ndaki bağımsız sanat ve etkinlik mekânı Studio-X, Antonio Cosentino ve Extramücadele’nin ortaklaşa hazırladığı ‘Anne ben beton dökmeye gidiyorum’ sergisine ev sahipliği yapıyor. 27 Şubat’a kadar sürecek olan sergi, kesintisiz kazanç ve rant için durmadan yıkılan, yerine yenileri inşa edilen yapılar ve silinen belleği yeniden gündeme getiriyor. Sergide, birbirinden tamamen farklı tarzlar benimseyen bu iki sanatçının, yıllardır düşünce ve üretim süreçlerini paylaşmalarının yarattığı âhenk gözden kaçmıyor. Cosentino ile, ‘Extramücadele’ adını kullanan Memed Erdener’le, inşaatlarla şekillenen şehir ve üzerine beton dökülen kaderimiz hakkında konuştuk.
Sergi afişinde yer alan, ayağına beton dökülmüş karakterle başlayalım...
Antonio Cosentino: Onu çizmemi Memed istedi. Bir Zeki Alasya - Metin Akpınar filminde, mafya üyeleri boş peynir tenekesine beton döküp, kurbanlarının ayaklarını da tenekeye sokarak, beton donunca bu insanları Sarayburnu’ndan denize atarlar. Bir tür idam yöntemi...
Beton dökme eylemi sergide neyi ifade ediyor?
A.C.: Biz betonla doğduk, betonla yaşıyoruz ve betonla öleceğiz. Hafriyatla geçti hayatımız. İstanbul’un nüfusu ben doğduğumda üç milyonmuş, şimdi 15 milyon; herhalde, ben ölürken de 25 milyon olacak. Dolayısıyla, beton dökme doğal bir davranış kalıbı haline geldi.
Memed Erdener (Extramücadele): 6-7 Eylül olayları gibi örneklere bakarsak, kültür farklılığına da beton döktüklerini görüyoruz. Kendi tek görüşlü, tek kitaplı, farklılıktan zevk alamayan, eğlenemeyen bakış açılarını dayatıyorlar.
A.C.: Tarihin de, kişisel hikâyelerin de üzerine beton dökerek, öznellikleri törpüleyerek ilerliyoruz. Sanırım başlıkta bunlar da saklı. Beton dökme eylemi, iklimi özetliyor. Serginin parçaları da bu iklimden bağımsız şekilde oluşamadı. Mekânın düşünceyi kuşattığını ve belirlediğini söyleyebiliriz. Bu bir anlamda kaderimiz de oluyor.
İstanbul’da, kentin çevresi ile merkezi birbirine çok yakın. İşlerde de bu görülüyor. Bu ikiliği nasıl ele alıyorsunuz?
A.C.: İstanbul’un sembolik bir coğrafyası var. Tepelerde kristal saraylar billurlaşıyor. Aşağılara, derelere de lağım diyelim. Lağımlar emekle ürettiklerini tepeye doğru sürüklüyorlar. Emeğin ürününü, tepede kristalleşmiş olarak görüyorsunuz. Tepeler ile dereler arasında bir gerilim var İstanbul’da. Bir taraftan kent merkezini ele geçirme savaşı var. Gezi olayları bu yüzden yaşandı. Taksim’in Talimhane bölgesi, Kadir Topbaş tarafından, on yılda Laleli’leştirildi. Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olaylarıyla başlayan süreç, Topbaş döneminde tamamlandı. Taksim’e kışla inşa etme çabası da oradaki hâkimiyeti perçinleme isteğinden kaynaklanıyor. Talimhane kent açısından kaybedildi. 30’lu - 40’lı yıllarda özenle oluşturulan mahalle, tescillenmiş binalar Cumhuriyet tarihinde hep olduğu gibi, merkezî yönetimin kâr gruplarına peşkeş çekildi.
M.E.: Para kazanmanın yöntemleri ve talan da şekil değiştiriyor. Çalalım mı, öldürelim mi, üzerine mi yürüyelim, yoksa kâğıt üzerinde bir yasayla mı halledelim?.. Çeşit çeşit yöntemleri var.
A.C.: Eskiden Ermeni’den, Rum’dan veya Yahudi’den çalarlardı. Sonra bir dönem birbirlerinden çaldılar. O da yetmeyince ormanlardan, dağlardan çalmaya başladılar. Talan durumu belki bu iktidarla beraber ayyuka çıktı ama aslında kesintisiz olarak süren bir serüven.
Şişli’de 40’lı yılların binaları yıkılarak apartman niyetine gecekondular yapılıyor. Bu yapılar geç Roma binaları gibi alçı sütunlarla kaplanıyor. Bir dönem erken Laz, orta Laz ve geç Laz mimarisinden bahsederdik. Bu yeni Roma akımı belki de geç Laz dönemine denk geliyor.
Fotoğraflarda nasıl bir manzara çıkıyor ortaya?
A.C.: Ben fotoğraflarda bir harmoni gördüm. İstanbul’un harmonisi, tuğla rengine benzer bir kırmızı. 90’lı yıllarda bu renk su yeşiliydi, 2000’lerde bahsettiğim kırmızıya döndü. Şu anda mimaride bir Roma dönemi yaşanıyor. Şişli’de 40’lı yılların binaları yıkılarak apartman niyetine gecekondular yapılıyor. Bu yapılar geç Roma binaları gibi alçı sütunlarla kaplanıyor. Bir dönem erken Laz, orta Laz ve geç Laz mimarisinden bahsederdik. Bu yeni Roma akımı belki de geç Laz dönemine denk geliyor.
Peki, şehrin ‘bakımsız’ tarafını yansıtan bu kadar fotoğrafı neden çektiniz?
A.C.: Bu fotoğrafları çekmemin ne anlama geldiği üzerine Memed’le çok konuştuk. İkinci ve Üçüncü Dünya kentlerinde yaşayan bizler, konuşmanın başında bahsettiğimiz ani değişiklikler sebebiyle, kendi mekânlarımızı ve geçmişimizi çabuk kaybediyoruz. Bunun yaşattığı travmaları da tam olarak algılayamıyoruz. Durum sadece doğduğumuz evleri kaybetmemiz değil, coğrafya dahi değişiyor. Örneğin İstanbul’a böbrek gibi bir çıkıntı yapıldı. Şu anda yeni bir kanalın açılmasından bahsediliyor. Yaşadığımız semtlerin mekânları ve anıları artık yok. Ben 1996’da fotoğraf çekmeye başladığımda, bir tür travma tedavisi yaptım. Kent dışındaki geçici mekânlar bu değişimi süratle yaşıyor. Ben de umutsuzca onları yakalamaya çalışmışım. Belki de o yüzden fazlalar. Bu fotoğraflar, resimlerimde zaman zaman bana kaynaklık ediyor. Sergi için zeytin, peynir ve turşu tenekelerinden bir tren maketi yaptım. Daha önce yaptığım teneke şehir ve gemiyle birlikte, üçleme tamamlanmış oldu. Sergilenecek fotoğraflar arasında seçim yaparken, tenekenin kullanımını ön plana çıkarmaya çalıştık. İşlerimin Memed’in heykelleriyle de duygu kardeşliği var. Heykeller mekânın bir özeti gibi.
Sergide ve işlerde sıkça gözümüze çarpan tenekenin şehirdeki yeri ve kullanımı ne ifade ediyor sizin için?
A.C.: Teneke bir sembole dönüşüyor. Kapınızın önüne koyduğunuzda kısa sürede yok olan bir nesne olmasından, hâlâ bir ekonomik değeri olduğunu anlayabiliyoruz. Kentte asla yok olamayan bir malzeme. İşlevi değiştirilerek sürekli kullanılıyor. Bazen dış cephe kaplaması olarak, su kovası, saksı veya mafya aleti olarak... Dolayısıyla bir sürü şeyin sembolü haline geliyor. Ben de o malzemeyi, umutsuzca da olsa, kendi amaçlarım için tekrar dönüştürüyorum.
İkinizin yerleştirmeleri arasındaki bağlantı, Extramücadele’nin yarattığı hayali bir oyun alanıyla kuruluyor. Çocuklar için oyun alanı olarak tasarlanan hayali üç küre, uzun çelik ayakları vasıtasıyla havada, binaların üzerinde duruyor. Bu kurguda çocuk neden önemli?
M.E.: Aslında serginin ana olayı, Antonio’nun ‘İstanbul Atlası’ adını verdiği, yaklaşık 60 bin fotoğraftan oluşan birikiminin arşivlenmesi. Bunun üzerine ben de çocukları düşündüm. Çünkü şehirde onlar için yer yok. Her yer tıka basa evler, kaçak yapılar, gecekondularla dolu. Bu yüzden çocuklara parklar tasarlamak istedim. Yer olmadığı için, parklar havada duruyor. Orada vakit geçiren çocukların bilincinde vicdana dair bir şeyler oluşsun istedim. O yüzden ‘Okuyan Kütüphane’, ‘Çoklu Tapınak’ ve ‘Milli Zort’ adını verdiğim milli eğitim, milli din ve milli iradeyle uğraşan, dalga geçen üç küre yaptım. Çocuklar bu kavramlarla, kelimenin gerçek anlamıyla osura osura dalga geçiyor.
Osuruğun dönüştürücü gücü de görülüyor burada...
M.E.: Nermin Er’in güzel bir kukla filmi var, ‘Rimolar ve Zimolar’. O filmde ‘zart zort böcekleri’ adlı kahramanlar, osura osura uçuyor, renkli gazlar çıkarıyorlardı. Oradan ilham aldım. Son küre olan Milli Zort’ta milli marşlar ve bayraklarla çeşitli osuruk seslerini birleştirebiliyor, bir caminin hoparlörü gibi dışarıya ses verebiliyorsunuz.