ODTÜ’de Sosyoloji Bölümü doktora öğrencisi ve Beykent Üniversitesi’nde araştırma görevlisi Zeynep Baykal, yüksek lisans tezinde İstanbul Ermenilerinin kimlik inşası ve bu süreçte etkili olan dinamikleri, Yeşilköy Ermenileri özelinde araştırdı. Çalışmasında tarihsel geçmişin, gündelik ilişkilerin ve ulus-devletle olan ilişkinin bu kimliğin oluşumundaki etkilerini de gözeten Baykal, çok katmanlı Ermeni kimliğinin toplum içinde yeniden inşa edildiğini, fakat bunun yeni bir kimlik inşası olmadığını söylüyor. En azından Yeşilköy Ermenileri için durum bu.
Zeynep Baykal, araştırması kapsamında 28-72 yaşları arasında 24 kişiyle mülakat yaptı. Görüşme yapılan orta, orta-üst sınıftan 24 kişi arasında din adamları, serbest meslek sahipleri, ev kadınları, öğretmen, gazeteci ve dernek yöneticileri var.
Baykal, Ermeni, Türk, Rum, Musevi ve az da olsa Levantenlerin bir arada yaşadığı Yeşilköy’ün bu anlamda korunaklı bir bölge olduğunu söylüyor: “Bir Ermeni’nin İstanbul’da yaşayabileceği yer sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Ermenilerin uzun süredir Yeşilköy’de yaşıyor olmasının yanında, buradaki kilise ve okulun varlığı da, hayatı onlar için huzurlu kılıyor. Aynı zamanda bir aidiyet sınırı da çiziyor bu semt. Kendilerini, birincil olmasa da, Yeşilköylülük üzerinden tanımlayabiliyorlar.”
İkinci anayurt
Baykal’ın da dediği gibi, Ermenilerin İstanbul’da yaşayabilecekleri semtler sınırlı. Hâl bu olunca, yalnızca Yeşilköylüler değil, Kurtuluşlular, Bakırköylüler, Samatyalılar da kendilerini semtleri üzerinden tanımlıyorlar. Ancak biliyoruz ki, doğup büyüdükleri bu semtler “Aslen nerelisin?” sorusuna yanıt olmuyor. Görüşülen Yeşilköylülerin çoğu, İstanbul’a Anadolu’dan, Kayseri, Yozgat, Sivas ve Malatya’dan göçmüş ve onlar için hâlâ bu şehirler anavatan. Baykal, “Anadolulu olmak, onlar için saf ve temiz kalmak, bozulmamak, geleneklerin devam ettirilmesi anlamına geliyordu” diyor. İlginç olansa, Anadolu’dan göçenlerin İstanbullu çocukları için de “anavatan”ın apayrı bir yeri var: “Görüşülen kişiler, kolektif geçmişlerini, tarihlerini, ailelerinin doğduğu Anadolu’daki şehirlerle özdeşleştirdiler. En genç görüşmeci bile Anadolu’yu mutluluk, barış, birlik içinde yaşanan; güzel anıları, doğal güzellikleri, ataların mezarlarını barındıran, şiirsel bir yaşam alanı olarak tasvir etti ve Ermeni kültürünün bu topraklarda doğduğunu ve Anadolu kültürünün bir parçası olduğunu vurguladı.”
Anadoluluk vurgusunun kimlik inşasında çok önemli bir yeri olduğunun altını çizen Baykal, “bir çeşit telafi alanı, sığınak” olarak görülen İstanbul’un, “köksüzleşme hallerinin telafi edilmeye çalışıldığı ikinci bir anayurt” olarak değerlendirildiğini belirtti.
1915’i bu bağlamda nereye oturttuklarını soruyorum Baykal’a: “1915, Anadolu ile özdeşleşen kolektif bir travmaya işaret ediyor. Görüştüğüm kişilerde 1915’in acılarına dair genel bir sessizlik ve kırgınlık hâlinden de bahsetmek mümkünken, bu travmanın bir ‘kendini kurbanlaştırma’ sürecine neden olmadığı, çoğu için geçmişle gelecek arasında, kimliğin devamlılığında çok büyük bir kesintiye yol açmadığı görülüyordu.”
Görüşmelerin sonucunda Ermenilerin bu yarayı deşmek yerine, üstünü kapatmayı tercih ettikleri anlaşılıyor. “Yeni bir gelecek inşası için” bu konuların konuşulmaması gerektiği, “her iki toplum arasında geçmişe dönük bir kırıklık” olduğu, Anadolu’dan gidebilenlerin “gittikleri ülkelerde acıyı kaleme alabildiklerini”, fakat bu acıyı bugün okuyarak karşı tarafa düşmanlık hissedilmemesi ve geçmişi geçmişte bırakmak gerektiği gibi ifadeler var. 1915’i “objektif değerlendirme yaklaşımı ve karşılıklı anlayışı” benimseyerek ele almak gerektiğini söyleyenler de var. Görüşülenlerin büyük bir çoğunluğu, aynı zamanda Diaspora’nın 1915 politikalarını da çok sert buluyor.
‘Azınlık’ rahatsızlığı
Çoğunlukla apolitik, bir kısmı “Beyaz Türk” olarak nitelendirilebilecek, hâli vakti yerinde Yeşilköy Ermenilerinin, değişim süreci yaşayan Türkiye içinde kendilerine nasıl bir yer edindiklerini soruyorum: “Beyaz Türk olma hâli, onları Ermeni toplumundan uzaklaştırıyor. Etno-dinsel kimliğin dışına çıkabiliyorlar. Gençler arasında, alışılagelen Ermeni kimliğinden sıyrılma durumu var. Yine de yaşlılarla karşılaştırıldığında, genç grup, rahatça Ermeni olduğunu söyleyebiliyor ve siyasete dair sorulara daha açık yanıtlar veriyor. Yaşlıların ağırlıkta olduğu grupsa, ki bu gruptakilerin sayısı beklediğimden fazlaydı, kapalı kalmaya devam ediyor.”
Baykal’ın sözünü ettiği bu kapalı gruptakiler, kendilerini etnik kimlikleri yerine, Hıristiyanlık üzerinden tanımlamayı tercih ediyor. Paradoksal bir şekilde, kendini din üzerinden tanımlayan bu kişiler, “cemaat” kelimesinin oluşturduğu dinî çağrışımlar sebebiyle bu kelimeden rahatsızlık duyarken, onun yerine toplum ve millet kelimelerinin kullanılmasını tercih ediyorlar.
Kendini Ermeni ve/veya Hıristiyan olarak tanımlayanlara ek olarak, Türkiyeliyim, Anadoluluyum, T.C. vatandaşıyım diyenler de var. Herkesin buluştuğu ortak noktaysa, “azınlık” kelimesinin rahatsızlık veriyor oluşu. Kendilerini bu ülkenin asli unsuru gördükleri için rahatsız olanlar da var; azınlık olmanın hiçbir hükmünün olmadığı anlamına geldiği için bu kelimeyi kullanmaktan kaçınanlar da... Baykal ise bu rahatsızlığın özünde, Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan ayrımcı politikaların yattığını düşünüyor.
Kilise
Yine de, Hıristiyanlığın çoğu zaman bir din olmanın ötesine geçtiğini söylüyor Baykal. “Etnograf Anthony Smith, Ermeni halkı için dinin, kendilerini yalnız ve kimsesiz hissettikleri karanlık dönemlerde milli gurur ve rahatlık hissi veren bir kaynak işlevi gördüğünden, dünyanın farklı yerlerine savrulmalarına rağmen onları bir arada tutuğundan bahseder. Bu noktada, Hıristiyanlığı ilk kabul eden devletin Ermeni Devleti oluşu ve ilk Hıristiyan Ermenilerin karşılaştığı zorluklar da görüşülen kişilerin anlatılarında da önemli yer tutmaktaydı. Ermeni toplumunun, dili ve dini sayesinde, dünyanın pek çok yerine dağılmış olmasına rağmen, dayanışma ve bağlılıkla devamlılığını sürdürebildiği vurgusuna da anlatılarda sıkça rastladım.”
Kilise, Ermeniler için dinî pratiklerin yapıldığı bir ibadethaneden çok, bir toplanma vesilesi, karma evlilikleri önlemek için kullanılan bir araç. Baykal, görüştüğü kişilerin bazılarının hem destek olmak, hem de toplumun ve etno-dinsel kimliğin devamını sağlamak için kiliseye gittiklerini söylediklerini belirtti. Görüşülen kişilerden birinin sözlerini aktarıyoruz: “Dikkat ettiyseniz, Ermeni okullarının yanında her zaman bir de kilise vardır. Biz aynı zamanda dünya üzerinde ilk Hıristiyan olan milletiz, bunun da onurunu taşıyoruz. Dindar olalım veya olmayalım, kilisenin bizim kimliğimizde çok önemli bir yeri vardır. Bütün kız ve erkek çocukları, bir gün kilisede evleneceklerini bilir ve buna özenirler. Hepimizin vaftiz olduğu, evlendiği ve öldüğünde cenazesinin kalkmasını istediği kiliseler vardır. Hatta, yabancı biriyle evlenmiş, yabancı derken Müslüman biriyle evlenmiş kişi için Türk olmuş derler, oysa biri milliyettir diğeri dindir; ama Ermenilik ve Hıristiyanlık o kadar iç içe geçmiştir ki, Ermeni dışında biriyle evlenen Türk, yani Müslüman olmuştur. Gidelim veya gitmeyelim, kilise bizim hayatımızın tam ortasındadır.”
Yük kadınlarda
Kilisenin birleştirici yönlerinin, aynı zamanda sınırlayıcı olduğunu fark ettiğini söylüyor Baykal ve hepimiz iyi biliyoruz ki, Baykal’ın 24 kişiyle yaptığı görüşmeler neticesinde edindiği bu doğru izlenim, Ermeni gençlerinin sırtlarında taşıdıkları bir yük. Ermeni kültürünü ve toplumunu devam ettirme sorumluluğu bir kara bulut gibi çöküyor üstümüze. Bu durumun kadınlar üzerinde daha da büyük bir baskı unsuru oluşturduğu, Baykal’ın yaptığı görüşmelerden de anlaşılıyor: “Ermeni toplumunda da gördüğüm kadarıyla, kadının, kimliği taşıma görevi ağır bir yük. Ermeniliği, kültürü ve dili çocuklarına aktaracak olanlar onlar ve bunun yarattığı baskı altında eziliyorlar. Evlilik, bu noktada kilit bir role sahip. Bunun altında, karma evlilik korkusu ve buna bağlı olarak sayıca azalma korkusunun olduğu görülüyor.”
Görüşülen kişilerden biri, karma evliliklerle ilgili şu yorumu yapıyor: “Kimliğimiz açısından bakıldığında, en çok kanayan yaramız. Karma evlilik yapan herhangi birisini yargılayabilir miyim, veyahut da onu herhangi bir şekilde reddedebilir miyim? Hayır. Dediğim gibi özellikle iki genç birbirini seviyorsa, artık yapacak bir şeyimiz yok. Fazla bir şeyimiz yok, üzücü mü? Çok üzücü.”
Dil aktarımı ve Batı Ermenicesinin geleceği de toplum içinde en çok tartışılan konulardan biri. Gençler, dile daha pragmatik yaklaşıp Ermenicenin onlara iş hayatında bir fayda sağlamayacağını düşünüyorlar. Çocuklarının eğitim hayatına aynı düşünceyle yön veren aileler, onları Ermeni okullarına göndermeyi tercih etmiyorlar. Fakat Baykal, Yeşilköylülerin evlerinde özellikle Ermenistanlı bakıcılar çalıştırdıklarını anlatıyor: “Ermenistanlı bakıcıların özellikle tercih edilmesinin sebebi, okulda alamadıkları Ermenice eğitimi evde devam ettirmek.” Buna rağmen, Baykal, evlerde aile içinde Ermenice konuşulduğuna çok fazla şahit olmadığını da belirtiyor.
Yaşlı kuşaksa, kendi aralarında Ermenice konuşmaya devam ediyor ve kültürün dil olmadan aktarılmayacağı konusunda hemfikir. Sadece sözlü değil, yazılı geleneğin öneminin de altı çizilirken, Ermeni alfabesinin kimliği korumada büyük bir rolü olduğu, hatta yok olma tehlikesinin önüne geçtiği düşünülüyor: “Bence alfabe, konuşulan dille birlikte Ermeni kimliğinin temel unsurudur. Alfabe sayesinde Ermeni toplumu, Roma İmparatorluğunun içinde erimekten kurtuldu. Yoksa sağlam bir kültürümüz olmasına rağmen, o dönemlerde çok kolay asimile olabilirdik” diyor görüşmecilerden biri.
Belki de en başta sormam gereken soruyu, sona saklıyorum. Mutlular mı peki? “Fransa’daki bir akrabasının adını değiştirdiğini, kendisininse bunu yapmadığını, gerek duymadığını anlattı görüştüğüm kişilerden biri. Sürekli burada ne kadar mutlu, huzurlu ve rahat olduğunu söyledi. Ne kadar mutlu ve huzurlu olduğuna vurgu yapan çoktu.” Baykal, bunu Yeşilköylülerin sosyo-ekonomik durumuyla ilişkilendiriyor. “Kapalıçarşı’da ticaret yapan, parasını kazanan, oradaki esnafla ilişkileri iyi olan, Yeşilköy gibi nezih bir yerde güzel bir eve sahip olan insanlar bunlar. Neden işyerinde ‘ters’ bir cümle kurup rahatını bozsun? Üstelik, belki cidden mutlu hissediyorlardır.”
‘Huzurluyum ama…’
Bu ülkenin onlar için belirlediği sınırlar içinde kendilerine mutlu bir hayat kurgulayan ve bu sayede “huzurluyum” diyebilen Ermeniler, yine de eşit vatandaş olamamanın onlardan neleri götürdüğünün farkında. Kâğıt üstünde mümkün, pratikteyse çok zor gözüken devlet memurluğu veya orduda görev alma gibi mesleki hayallerin önüne geçiliyor olması, can sıkıyor. Bir de tabii toplum nezdinde tecrübe edilen ayrımcılık, dışlanma, önyargılar var. Baykal, bunların da etnik kimliklerini saklamalarına, hatta “Türkten daha Türk olmak” çabasına neden olduğunu anlatıyor: “Bu uygulamalar sonucu suskunluk, iyi bir vatandaş olma vurgusu, cemaat ilişkilerini ve kültürü koruma çabasıyla bir nevi içe dönme hâli, ulus-devlet içinde azınlık olarak var olabilmenin stratejileri karşımıza çıkıyor.”
Bu stratejilerin en heybetlisi de devlete bağlılık. “Millet-i Sâdıka” olarak anılmaktan onur duyan Yeşilköylü görüşmecilerden biri şöyle diyor: “Ermeniler, en sâdık Türk’ten daha sâdıktır bu ülkeye. Bu ülkenin Ermenileri, en çok katkı yapan Türk’ten daha çok katkı yapmaya hazırdır. Biz garip bir milletizdir. Yaşadığımız ülkeye çok fazla bağlanırız. O ülke için çok fazla şey yaparız. Elimizde değildir.”