Fatih Akın’ın filmi ‘The Cut’ın gala çıkışında filmin yönetmeni, sinemacılar ve oyuncular, filmle ilgili düşüncelerini Agos’la paylaştı.
Felaketleri anlatmak zordur. Tanık olduğunuz veya tanık olanlardan dinlediğiniz, dinleyerek içselleştirdiğiniz felaketleri anlatmak belki daha da zor. Bazen anlatmadan atlatamazsınız da. Sesinizi kaybetmişseniz, hayat kaldığı yerden nasıl devam eder? Konuşmaya başladığınızda ya karşınızdaki artık hiç duymuyorsa? Ne dilsize çare bulunur, ne sağıra. Sonra bir gün bir anlatıcı gelir, felaketin içine uzanır, bir adamın hikâyesine, tanıklıklarına, kaybettiği kızlarını arayış yolculuğuna sizi de dahil eder. Size, bildiğiniz veya gözünüzü kapamayı tercih ettiğiniz gerçeği tüm çıplaklığıyla gösterir. Tıpkı ‘The Cut’ filmi gibi…
Fatih Akın’ın filmi ‘The Cut’ın (Kesik) galası, 2 Aralık Salı günü Nişantaşı City’s Alışveriş Merkezi’nin sinema salonunda yapıldı. Cuma günü vizyona girecek filmin galasının ardından, filmi izleyenlerle bir masa başına oturmuş, felaketleri anlatmanın zorluğunu, bir yandan da yazarlar ve sanatçılar için kaçınılmazlığını konuştuk. Ermeni Soykırımı’nın tanıkları, Hagop Oşagan, Daniel Varujan ve Zabel Yesayan’ı andık. Yesayan, şöyle yazmıştı: “Eğer kan ve ateşle aklını yitiren bu insanların yaşadığı felaketi anlatabilirsem, bu vatana karşı görevimi yapmış olacağım.”
Filmin Türkiye’de gösterilip gösterilmeyeceği merak konusuydu. Fatih Akın, “Türkiye buna hazır” demişti. Akın’a geceye dair hislerini sordum: “Uzun zaman çalışırsın, bir gün, bir an için çalışırsın; o gün gelir ve o gün geldiğinde bir boşluk hissedersin… Ve bugün pozitif bir boşluk var içimde, bir rahatlama…” Akın, büyük bir prodüksiyonla yaptığı bu filme yedi yılını vermiş: “Yüküm vardı, yükümü izleyiciye bıraktım.” Şimdi bize düşen o yükü sırtlamak.
Gala çıkışı, filmin yönetmeni, sinemacılar ve oyuncular, filmle ilgili düşüncelerini Agos’la paylaştı:
Serra Yılmaz: ‘Felaketi anlatmanın yolu, sadece felaketi göstermekten geçmez’
Film, tarihimizin tamamen göz ardı etmek istediği olaylara değiniyor. Aynı zamanda, uzun bir yol filmi. Böyle bir işe kalkışmak çok zor. Öncelikle tarihi ortamı yaratmanın maliyeti çok yüksek. Prodüksiyon olarak çok cesur bir prodüksiyon olduğunu söylemeliyim. Felaketleri anlatmak her zaman zor. Bir filmde on hikâye birden anlatamazsınız. Felaketin bir kısmını, bir hikâyeyle anlatırsınız. Burada, tarihsel gerçeği bir adamın tanıklığıyla, hikâyesiyle görüyoruz. Belki de bir felaketi anlatmanın yolu, sadece felaketi göstermekten geçmez. Tek olumsuz eleştirim, belki biraz daha kısa tutulabilirdi. Kısa tutulsaydı da hikâyeden bir şey kaybetmezdi. Filmin, tarihsel acılara dayanan hikâyelere eğilme konusunda yol açıcı, öncü rolu olabileceğini düşünüyorum.
Rıza Kocaoğlu: ‘Film bitmeyen bir gerçekliği anlatıyor’
Filmde acılar, insani bir yerden anlatılmış, her şeye çok hassas ve naif yaklaşılmış. Bunu yaparken tarihsel gerçek de görmezden gelinmemiş. Öte yandan, hiçbir halka, “Siz bunlara bunu yaptınız, siz şöylesiniz” gibi bir şey de demiyor. Amerika’ya kadar uzanıp, beyazların Kızılderililere davranışı da gösteriyor. Olanların evrensel bir problem olduğunu yansıtması, filmi de evrensel kılıyor. Yani, problemin evrenselliğini es geçmeden, bu topraklarda yaşanmış acılara dokunuyor. Film, aynı zamanda bir babanın kızlarını arayış hikâyesi, bir ailenin parçalanma hikâyesi. Milleti, ulusu unutup, olayı oradan anlamaya çalışınca, iç dünyanızda bir şeyler değişebilir. Bu coğrafyada birçok ulus benzer acılar yaşadı. Kürtler yaşıyor. Şengal'de Ezidiler yaşıyor. Bu film, maalesef bitmeyen bir gerçekliği de göz önüne seriyor. Filme karşı tepki duyanlar, önce filmi izlesinler. Sonra ideolojik, tarihsel veya sanatsal açıdan tartışmak isterlerse, yine bir filmle tartışır ya da sanatsal zeminde konuşabilirler. Birbirimizi dinlemeyi öğrenmeliyiz. Bunu sinema, tiyatro veya edebiyat yoluyla yaptığımız zaman birbirimizi anlamamız daha mümkün olacak. Sanatçı olarak, hikâyeleri nesillerden nesile anlatmak, işimizin bir parçası. Bizler, hikâyelerin taşıyıcılarıyız.
Güven Kıraç: ‘Bir filmden, tarihsel bir meseleyi çözmesini bekleyemeyiz’
Fatih Akın’ın bir film yapmadan önce, nasıl hazırlık yaptığını biliyorum. Dersini çok iyi çalışmış olması dolayısıyla, anlattığı şeylerin içinde bir abartı olma ihtimalinin sıfır olduğunu düşünüyorum. Okuduğu, konuştuğu kaynaklarda bu gerçeklikler vardır ve belli ki sanatçı filmine bunları koyma gereğini hissetmiştir. Bir filmden, tarihsel bir meseleyi çözmesini bekleyemeyiz. Film, film olarak görevini yaptı. Bir hikâyeye tanık olduk. Zamanında, ‘Salkım Hanım’ın Taneleri’nde, Varlık Vergisi’ni anlattık. Yılmaz Karakoyunlu’nun romanıydı. O olaylar gerçekti. Gayrimüslimler, kendilerine haksız yere konulmuş vergileri ödeyemedikleri için Aşkale’de, sürgünde öldüler. O günlerde de tartışıldı; abartılı bulanlar, tarihsel gerçekliği yansıttığını söyleyenler vardı. Bence kulakları tıkamalı, bu iyi bir film ve tartışmaların gölgesinde kalmamalı. Öte yandan, filmin tarihsel gerçekliğini eleştirenlerin belgelerle konuşması gerekir. Fatih Akın, yedi yıllık çok ciddi ve detaylı bir araştırma sonucu bu filmi çekti.
Nejat İşler: Geçmişe ait değil, bugüne dair bir acı
Filmin daha da uzun olmasını dilerdim aslında, çünkü seyrettiriyor. Odysseus yolculuğu gibi. Her şeyden öte, senaryosu çok iyi kurgulanmış uzun bir yol filmi. Sınıfsal göndermeleri de barındıran, konuyu birçok hassas noktadan yakalayan bir film… Dünyanın en evrensel durumlarından birini, kızlarını kendi istemi dışında kaybetmiş ve yılmadan onları arayan bir babanın hikâyesini izliyoruz. Filmde izlediğimiz tarihsel gerçekliğin milyonda biri. Bizim çevrelerde hep konuşulur ama kamuoyunda yüksek sesle dile getirilmez. Yavaş yavaş konuşulmaya başlanması çok daha iyi belki. Filmi izlerken şunu da düşündüm, her milletin dolaplarında cesetler var. Peki biz niye yüzleşmiyoruz? Yüzleşmek hepimize iyi gelecek. Dünyadaki bütün iyi işler baskı zamanlarında çıkar, edebiyatta, sinemada, tiyatroda. Cesur demiyorum. Bizim işimizin fıtratında zaten cesur olmak var. Ama Fatih Akın’ın yaptığı çok soylu bir hareket. Sadece geçmişe ait değil, bugüne dair acıları anlatıyor.
Meltem Cumbul: ‘Senaryo baştan sona çok iyi örülmüş’
Fatih Akın’ın, zor bir işin altından yüzünün akıyla çıktığını düşünüyorum. Almanya’da büyümüş bir Türk yönetmenin bu konuyu bu kadar içselleştirerek anlatmış olması ve filmin Türkiye’de gösteriliyor olması çok önemli. Bu filmi yabancı bir yönetmen çekmedi, bir Ermeni yönetmen de çekmedi. Ayrıca şunu belirtmeliyim, bu bir belgesel değil, bir sinema filmi. Buradan değerlendirilmeli. Dilerim, o anlamda Fatih’in hakkı verilir. Çok büyük bir sorumluluk, çok büyük bir prodüksiyon. Karakterin çıktığı noktadan geldiği noktaya kadar senaryo çok iyi örülmüş, tarihi atmosfer çok başarılı. Bir adamın arayış hikâyesi, tanıklığı, acıları izleyiciyi uyanık tutuyor, sonuna kadar bir merak unsuru var. Fatih, kendi seçtiği noktada gayet net bir şekilde derdini anlatıyor. Umarım bu film, Türkiye’de hem sinematografik anlamda, hem anlattığı hikâyenin değeri anlamında yerini bulur.
Özcan Alper: ‘Felaketin ilk görsel hafızasını tutuyor’
Fatih Akın, farklı birçok sinema türünü denemek istemiş. Riskli bir şey bu. Filmin sonuna gelindiğinde, bunun altından başarıyla kalktığını görebiliyoruz. Bir konuyu, yüzlerce farklı biçimde anlatabilirsiniz. Fatih Akın, kendi penceresinden, hikâyesini net bir şekilde anlatmış. Bir filmi, sinematografik açıdan, sinema tarihi ve toplumsal katman içindeki yeri açısından değerlendirirsiniz. Yahudi Soykırımı, anıtları olduğu için, daha yakın geçmişte ve gözün kaydettiği bir dönemde olduğu için, bütün insanlık, bu soykırımı imaj olarak yüzlerce filmden öğrendi. Ermeni Soykırımı’yla ilgili, neredeyse 1965 yılına kadar büyük bir sessizlik oldu. Holokost denince, gözümüzün önüne hemen kemikler gelir, kamplar gelir, zihnimizde bir fotoğraf belirir. Bu filmden sonra bence, yüz binlerce insanın aklında, Türkiye’de çok kolay telaffuz edilen sürgünün, Der Zor’daki kampların nasıl bir şey olduğuna dair bir imaj oluştu. Film, o anlamda, bu felaketin ilk görsel kaydını tutuyor. Öte yandan, yine Türkiye’de kötü bir algı uyandıran Diaspora kim, onu görüyoruz. Bu insanların nasıl nar taneleri gibi dağıldıklarına tanık oluyoruz. İzlendikten sonra, rafa kaldırılacak bir film değil. Günler sonra, yavaş yavaş düşünmeye, konuşmaya başlamak, belki bir başka kitap okumak, bugün Şengal’de, Kobanê’de olanlara bakmak, çok önemli diye düşünüyorum. Sadece geçmişe dair değil, geleceğe dair de konuşulabilir böylece.
Fatih Akın: ‘Siyasetçi değil, sinemacıyım’
Uzun zaman çalışırsın, bir gün, bir an için çalışırsın. Sonunda o gün gelir ve o gün geldiğinde bir boşluk hissedersin… Öyle bir boşluk hissediyorum. Pozitif anlamda bir boşluk, bir rahatlama… Antenlerim bu filmle ilgili tepkilere sanırım şu an çok açık değil. Bu filme çok çalıştım, emek verdim. 41 yaşındayım ve 7 yılımı bu filme yatırdım. Film Almanya’dan çıktıktan sonra gelen tepkilerden ötürü biraz hayal kırıklığı yaşadım. O yüzden, antenlerimi kapamayı öğrendim, bir anlamda kendimi korumayı... Siyasetçi değil, sinemacıyım. Bilinmeyen hikâyeler arıyorum. Ermeni Soykırımı konuşulmayan bir acı. Çok hikâye var. Her hayatta kalanın, her ölenin bir hikâyesi var. Ben bir kişinin hikâyesini anlatıyorum, ancak o kişinin hikâyesini birçok kaynaktan, edebiyattan, bilim kitaplarından, tanıklıklardan birleştirerek örmeye çalıştım. Yapacağımı yaptım. “Türkiye bu filmi izlemeye hazır” demiştim, bu akşam da bunu görüyorum. Sanki yalnızca bende değil, izleyenlerde de bir rahatlama var. Bir yüküm vardı, onu izleyiciye bıraktım.