İlk yazıda barışın nasıl kurulabileceğini konuşurken Güney Afrika’da 1990’larda başarıyla yürütülen sürecin karşılıklı iki baş kişisi Reolf Meyer ile Hassen Ebrahim’den söz ettim. Barış müzakerelerinde Savunma Bakanı Meyer iktidardaki Ulusal Parti adına Başmüzakereci olarak, Ebrahim ise Afrika Ulusal Kongresi (ANC) ekibinde Ulusal Koordinatör olarak yer almışlardı. Her ikisi de 8/9 Nisan 2011’de İstanbul’da toplanan Barışı Kurmak başlıklı konferansta Çatışmadan Barışa oturumunda konuşmacıydılar. Önemli sözler, açıklamalar duyduk. Onlardan, Nelson Mandela örneğiyle, lider tutukluyken özgür ve verimli bir müzakere yürütülemeyeğini öğrendik.
Onlardan, müzakere masasında yer alan taraflar birbirlerini eşit ve aynı düzeyde görmezlerse müzakerelerden sonuç alınamayacağını öğrendik.
O yazıya sığmayan iki önemli konuyu bugün ele almak istiyorum : İlki, Güney Afrika’da barışın kurulması nasıl ele alındı, hangi yeni organlar yaratıldı ve süreç nasıl yürüdü.
İkincisi, ana dili konusu.
Barışın kurulmasına halkın katılmasının önemini anlattılar. Güney Afrika’da 1990’da barış görüşmeleri başladığında topluluklar arasında çoğu kez çatışmaya tırmanan güç elde etme savaşı ve gerginlikler yaşanmış, çatışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısı 1985’e göre yüzde 307 artmıştı.
Şiddeti önlemek amacıyla tüm siyasi partiler müzakerelerle 1991 Ulusal Barış Mutabakatı’nı imzaladılar. Bu mutabakatla barış sürecini gözetmek üzere ulusal çapta daha önce örneği görülmemiş bir yapılanmaya gidildi. Böylece müzakere masasındakiler barış görüşmelerinden çekilseler bile bu mutabakatın bağlayıcılığını tanımış, bunu taahhüt etmiş oldular.
Ulusal Barış Mutabakatı ile yeni bir yapılanma ve sistematik kuruldu. Bu sayede ilgili taraflar, bir bütün halk, çatışmadan çözüme yol alırken doğabilecek anlaşmazlıkların giderilmesinde yeni bir yönteme kavuşmuş oldu.
Ulusal düzeyde çeşitli organlar kuruldu. 60 üyeli iki eşbaşkanlı Ulusal Barış Komitesi mutabakatın imzacısı tüm partilerin temsilcilerinden oluştu. Komitenin görevi mutabakatın bir bütün olarak uygulanmasını denetlemek, siyasi engel ve uyuşmazlık çıktığında bunların süreci baltalamasına izin vermeden uzlaşma sağlamaktı.
Bölge düzeyinde 11 Bölgesel Barış Komitesi kuruldu. Her komitede bölge siyasal kuruluşlarının, sendikaların, iş ve sanayi gruplarının, yerel yönetimlerin, güvenlik örgütünün ve katkısı beklenen öteki toplulukların temsilcileri yer alıyordu.
Her bölgede özelliğine göre üyeleri farklı olabilen, sayıları giderek 260’a ulaşan Yerel Barış Komiteleri oluşturuldu. Bu organda yörenin toplum yapısına göre temsilciler olması, paydaşların temsil edilmesi amaçlandı. Yerel komitelerin işlevi güven ortamı yaratarak uzlaşmayı tabanda elde etmeye çalışmak, uyuşmazlıklarda aracılık etmek, yerel politik etkinliklerin sürmesinde uzlaşma ortamını hakim kılmak, ulaşılan uzlaşıların uygulanmasını teşvik etmek, yerel güvenlik birimleri ve yargıyla işbirliği içinde ulusal ve bölgesel girişimlerin yerel düzeyde uygulanmasına göz kulak olmaktı.
Yasal düzenlemelerle desteklenen bu yapılanma, barışa ulaşma umudunu canlı tutarak, yüzyıllardır süren baskıcı yönetimin, yüzyıla yakın devam eden huzursuzluk ve çatışma ortamının panzehiri oldu; hem iktidardaki de Clerk hükümetinin, hem de halkın büyük çoğunluğunu teşkil eden siyahilerin geniş desteği ile çatışmayı barışa taşıdı.
Türkiye’de kimi çevreler ülke koşullarının çok farklı olduğunu öne sürerek, örneklerin bizim için geçerli olmadığı teranesini tekrarlayabilirler. Barışa ciddi niyeti olmayanlar, çatışma ortamından çıkar elde edenler her zaman her yerde bahaneler bulabilir. İyi örneklerden, başarıya ulaşmış örneklerden ders alınmasının, yöntemleri, yapılanmaları, yasal düzenlemeleri inceleyerek -gerekiyorsa- kendimize özgü bir model yaratılmasının kime ne zararı olabilir?
Tarih tekerrürden ibarettir, sözü çok kullanılır. Bu söz statükoya sımsıkı bağlı bağnazlara ve ahmaklara yakışır. En güzel yanıt M.Akif Ersoy’dan:
Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi
İbret alalım, öğrenelim, örnek alalım.
1991 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Nadine Gordimer Güney Afrikalı bir beyazdı. Onun bir sözü hep aklımda: Gerçek her zaman güzel değildir; güzel olan gerçeğe duyulan açlıktır.
Bir başka Güney Afrikalı Nobel ödüllü (2003) beyaz yazar J.M. Coetzee’dir. Yaşamı boyunca Apartheid’a (Güney Afrika’da yüzyıllık ırk ayrımı politikası) karşı koyan Coetzee’nin 1980’lerde yayımlanan üç muhteşem romanı Waiting for the Barbarians (Barbarları Beklerken), Life and Times of Michael K (Michael K Nasıl Yaşadı) ve Foe (Düşman) o ülkede yaşananları görkemli bir edebiyat verimiyle dünyaya anlattı.
Nadine Gordimer, “Yazdığım ve söylediğim hiç birşey gerçeği romanlarım, öykülerim kadar yansıtamaz,” der. Edebiyat ve sanat işte böyle birşeydir!
Gelelim ana dili konusuna...
Güney Afrika’da 16 Haziran 1976’da yaşanan, Afrikaans’ın, yani beyazların dilinin, ezelden beri eğitimde zorunlu tutulmasına bir karşı çıkış ve başkaldırıydı. Güney Afrika’da büyük çoğunluğun konuştuğu, başta Xhosa, Sotho ve Zulu, tüm ana dilleri yasaktı. Silahsız, barışçı gençlerin yürüyüşü polisin yaylım ateşiyle katliama dönüştü;
o katliam infialin, isyanın tüm ülkeye yayılması sonucunu doğurdu.
Barışı Kurmak konferansının bir konuşmacı konuğu da Hindistan’dan Ajit Mohanty’ydi. Psikoloji profesörü ve çok dilde eğitim uzmanı olarak tüm kıtada saygı gören Mohanty, ülkesindeki ana dilleri, eğitimde kullanılan diller ve resmi diller hakkında ayrıntılı bilgiler verdi.
Hindistan’da konuşulduğu saptanan 780 dilden 220’sinin son elli yılda kaybolduğunu, 150’sinin daha önümüzdeki elli yılda yitip gideceğini, bunun insanlık için ne büyük bir fakirleşme olacağını anlattı.
Kendisinden Hindistan’da konuşanı 1 milyonun üstünde olan 29 dilin bulunduğunu, okullarda 58 dilin öğretildiğini, 87 dilde gazete-dergi yayımlandığını, resmi dil sayısının ise 22 olduğunu öğrendik.
Okullarda 58 dil. 22 resmi dil... Ve Hindistan Asya’nın en büyük demokrasisi!
Başka söze gerek var mı?
O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Melih Cevdet Anday