Odetta 1930’da doğmuştu. Ablam Maresa da öyle. Odetta’yı 2008’de kaybettik. Ablamı 2012’de. İkisi de müstesna insanlardı. Odetta daha 13’ünde şan dersleri almış, 19’unda evlerde temizlikçi olarak çalışmış, 24’ünde ilk albümü yayınlanmış bir kadındı; ablam ilkokul 3’ten terk, 19’unda evlenmiş, melekler gibi 4 kız çocuğu doğurmuş, 40’ında Avusturya’ya işçi gitmiş, dünyaya tükenmez bir merakla bakan bir kadındı.
Odetta’yla ablamı niçin bir arada andım?
Maresa Odetta’nın adını bile duymamıştı. Biraz Almanca öğrenmişti ama İngilizce bilmezdi. Bir akşamüstü Şile’de ona Odetta şarkıları çaldım. Çok etkilendi. “Nazar, ne kadar acı çekmiş bu kadın... Onun yası tükenmez artık,” deyiverdi. Odetta duysa sarılıp Maresa’yı ağlardı sanırım.
Odetta’yı, onun sesini, söyleyişini ilk 1962’de duydum. Demek o 32 yaşındaydı, ben 18. San Fransisco’da sahneye çıktığı The Tin Angel (Teneke Melek) klübünün adını taşıyan ilk uzunçalarını dinledim. İnsan ilk görüşte aşık olur ya, ben de işte öyle ilk dinleyişte vuruldum ona. Ve sevdam hiç eksilmedi, tükenmedi.
Çok sıkıntılı olduğumda Mozart’ın Requeim’ini dinlerim çalışırken, keyifli olduğumda Chopin’in Nocturne’lerini.
Odetta ise her durumda enerji verir bana, güç verir. Onun yaslı ama umutlu, inançlı sesi beni yeisten uyandırır, karamsarlıktan uzaklaştırır, kararlı, umutlu kılar.
Odetta’nın birkaç yönünden söz edilebilir. Bir kere, ondan, onun sesinden ve söyleyişinden etkilenen -Bob Dylan gibi- koca bir müzisyen nesli var. Sonra, Pete Seegar’dan Harry Belafonte’ye Paul Robeson’a, birlikte sahneye çıktığı, şarkı söylediği çok sayıda büyük sanatçı var. Ayrıca, gene Bob Dylan, Woody Guthrie gibi bestecilerin kimi şarkılarını bestecisinden de herkesten de iyi (en azından çok farklı) söylemesi var. Bunlara örnek, Bob Dylan’ın Where Have You Been My Blue Eyed Son (Nerelerdeydin Benim Mavi Gözlü Oğlum) ve Blowing in the Wind (Cevap Esen Yelde) ile Woody Guthrie’nin This Land Is My Land (Burası Benim Ülkem) gösterilebilir.
Odetta’nın bir başka, neredeyse sadece onda gördüm diyebileceğim özelliği, blues’u, ballad’ları, ağıtları, geleneksel formda halk şarkılarını, kilise ilahilerini, jazz’ı, protest, ironik, komik ve eleştirel şarkıları o içeriklere uygun, birbirinden çok farklı biçimlerde ama hep aynı üstün etkiyle icra etmiş olmasıdır. Ona “20. yüzyılın en etkili birkaç müzisyeninden biri” denmesi boşuna değil...
Örnek verelim:
Daha ilk albümü The Tin Angel’da, müthiş şarkılarından W. Guthrie’nin John Henry ballad’ında eline çekicini alınca dünyaya meydan okuyan bir küçük emekçiyi anlatır. Ama ne biçim anlatır.
Geleneksel bir halk şarkısı olan Old Blue, çok sevilen ama sonra ölen bir köpeğe yakılan ağıttır. “Mezarını arka bahçeye gümüş kürekle kazdım. Varınca öteki dünyaya, girince cennete ilk işim, borazanımı çalıp ‘Hey, Old Blue, nerdesin oğlum, işte geldim,’ demek olacak...”
Water Boy kürek mahkumlarının sucu çocuğu çağıran avazıdır. Müzik balyozun taşa inişini de, mahkumların yorgunluk ve susuzluktan perişanlığını da, Ağustos güneşinde kavrulan canların çığlığını da bir arada kulaklarınıza taşır, gözlerinizin önüne getirir. Şarkının sözleri müziği kendisinin.
Bir de, elbet, 19. yüzyıl kölelik döneminden miras Sometimes I Feel Like a Motherless Child (Bazen Annesiz Bir Çocuk Gibi Hissederim Kendimi) şarkısı var. Anonim. Geleneksel. Kölelik çağında çocukların annelerinden ailelerinden kopartıldığı iyi bilinir; bu şarkıda da annesizliğin acısı, umarsızlığı duyulur.
Ama Odetta bunlardan ibaret değildir. Hiç değildir.
Bourgeios Town’da (Burjuva Kenti) Washington D.C.’de siyahilere nasıl davranıldığı anlatılır:
Well, them white folks in Washington they know how
To call a colored man a nigger
And throw a nickel just to see him bow
Washington’daki o beyazlar çok iyi bilir
Siyah birine zenci demeyi
Ve eğildiğini görmek için onun
Yere bir metelik düşürmeyi
Hangi birini anmalı?
I Was Born Ten Thousand Years Ago (On Bin Yıl Önce Doğmuştum Ben), çağlar boyunca her şeyin gerisinde emeğin, çalışmanın olduğunu söyleyen, sırtı pek bileği güçlü midesi boş işçinin sayesinde dünyanın kurulduğunu anlatan şarkıdır.
Bir folk klasiği olan The House of the Rising Sun’ı (Doğan Güneş Adındaki Ev) Odetta gibi söyleyen var mı, bilmem. Evet, öteki sevgilim Joan Baez de güzel söyler; ama geneleve ‘düşmüş’ bir genç kızın bu şarkısı gerçek ruhuna, acısına, pişmanlığına, kadere boyun eğişine asıl Odetta’da kavuşur.
Gelelim Odetta’nın ‘hafif’ bir-iki şarkısına...
Harry Belafonte ile söylediği There is a Hole in the Bucket (Kovanın Dibi Delik), on yıllardır milyonlarca insanı güldürür, eğlendirir.
The Frozen Logger (Donmuş Ormancı) dinlemekten usanmadığımız bir fantezi ve mizah harikasıdır:
....
My lover he came to see me
twas on a freezing day
He held me in a fond embrace
that broke three vertebraes
Well he kissed me when we parted
so hard that he broke my jaw
And I could not speak to tell him
he forgot his mackinaw
…..
Sevgilim ayaz bir kış günü
beni görmeye geldi
Öyle sevgiyle sardı beni ki
üç omurum kırıldı
Ayrılırken öpünce şiddetle
kırıldı çene kemiğim
İşte o yüzden seslenemedim ardından
‘ayaza öyle çıkma, paltonu unuttun’
Ruhun semaya doğru bir yolculuğa çıkması, umudun yelken açması, alacakaranlıktan tan vaktine geçmek için, çoğu ağı dolu, acı dolu da olsa, Odetta’nın sesini, şarkılarını duymak yeter…