Eh, lüks taksiler de geliyor madem, İstanbulluların sırtı yere gelmez artık. Her kuş tamamdı, bir karga eksikti ya, o da kargası işte. Şimdi eğer tertemiz, pırıl pırıl, her türlü konforu, daha da önemlisi, eğitimli sürücüsü olan ve bu nedenlerle, tabii ki daha çok para vereceğimiz –ki en az yüzde yirmi beş düşünülüyormuş– taksilerimiz olursa, gideceğimiz yere daha çabuk varacağız herhalde. Demek ki uçma özelliği de olacak o arabaların. Yahu, yirmi dakikalık yere iki buçuk saatte vardığında, kamyona, bisiklete hatta at arabasına bile razı geliyor insan bazen. Yok ama, madem yollarda saatlerce sürünüyoruz, bari lüks lüks sürünelim, değil mi? Sürücümüz kültürlü olsun, ter falan kokmasın, seviyeli meviyeli sohbet neyim edelim, bize ikramlarda bulunsun, istediğimiz müziği dinletsin, biz de “Geciksek de zarar yok, fazla para yazsa da zarar yok, ne güzel, keyifli keyifli gidiyoruz işte” diyelim.
Bir süre önce, Kadıköy’e gitmek için Beşiktaş’tan vapura binmek üzere Şişli’den taksiye binmiştim. Stadyumun orda (daha yıkılmamıştı) tıkanmış kalmıştık. Bakın, bunca zaman geçmiş, unutmamışım. Yarım saatte bir vapur vardı, üç vapur kaçırdım. Beni karşılamak üzere Kadıköy iskelesinde bekleyen arkadaşım “Nerdesin?” diye her aradığında “Stadyumun ordayım” deyince “Maç mı seyrediyorsun, ne yapıyorsun?” dediydi. O kadar uzun süre beklemiştik ki, şoförle birbirimize hayatımızı anlatmıştık. O gün, inanın, tepeden bir helikopter gelip bana ip atsaydı da ben o ipe asılı halde sahile insem razıydım. Bindiğim araba lüks olsaydı ne yazardı... Ki bu arada ortalıkta dolanan bir de çaycı vardı, dışarı çıkıp oturduk, kaldırımda çay da içtik. Hem de şoför ısmarladı. Bir nevi konfordu yani.
Aradan onca zaman geçti, durum düzeleceğine daha beter oldu. Geçen akşam bir dostumla önemli bir davete gidecektik. Dizimi çarpmıştım da, biraz zor yürüyordum, o yüzden metroya binemedik. Eh, bir dolu yol yürünüyor orada da... Mecburen, Şişli’deki bir duraktan, o da yarım saat bekledikten sonra, taksiye bindik. Şoför, trafiğe takılmasın diye arkadan, Kâğıthane’den gitmeye karar verdi. Oralar da ne hale geldi, değil mi? Bir dolu acayip bina, bir dolu AVM, bir dolu yeni inşaat... “Ah, burası İstanbul değil artık” diye söylendikçe ben, şoför “İstanbul ne ki abla?” dedi. Nasıl anlatırsın şimdi? Böyle bir macera da Sabiha Gökçen’e giderken yaşadıydık ya, neredeyse uçak kaçırıyorduk. Ki artık oralar da hiiiç İstanbul değil.
Neyse, gideceğimiz yere varana kadar –ki bir saatten fazla sürdü– dünya para yazdı. Bunun bir de dönüşü var, davete parayla gitmiş kadar olduk. Bindiğimiz lüks taksi olsaydı da lüks lüks gitseydik ne fark edecekti? Yalnızca daha çok para verecektik. Efendim, şehirdeki taksiler çok yoğun çalıştıkları için birkaç yılda bir değiştirilmeleri gerekiyormuş, bu yüzden ucuz arabalar kullanılıyormuş, buna çare olarak pahalı arabalar kullanılacakmış. E bu paralar nereden çıkacak? Ha, bir de, taksiler kapılarına reklam alarak üç-dört bin Euro kazanabileceklermiş. Ne güzel.
Bu haber kulağıma çalındığında bir neden daha ileri sürüldüydü. İsim vermeyeceğim, aynen şu şekildeydi: “Ülkemizdeki ‘yabancı arkadaşlar’ da memnun olsunlar.” Hah dedim, galiba asıl mesele bu. O ‘yabancı arkadaşlar’ diye anılanlar, lükse düşkün, bol paralı Doğu turistleri... Vatandaşın kâbusu, esnafın ekmek kapısı... Kullandıkları her şeyi tahrip ediyor, her yeri kirletiyor ama çok para bırakıyorlar. Şortlu, atletli, güneş gözlüklü, sandaletli adamlar, kapkara örtülerle baştan aşağı paketledikleri eşleriyle, en lüks yerlere gidiyor, yiyip içiyor, alışveriş ediyor ve para saçıyorlar. Ben hatırlıyorum, yıllar önce, bu furya ilk başladığında, Boğaz’daki bir otelin kral dairesine kum döşetip üstünde kuzu çevirdiler, sonunda da oteli baştan aşağı yenileyecek kadar para bıraktılardı. “Paran kadar konuş” der gibi. Kapadım bu konuyu.
Geçen akşam 23.00’te, Taksim’den Şişli’ye taksiye binebilmek için onbeş dakika dolandım. Metro alternatifini daha önce bir kez denemiştim, çıkışta korktum, o kadar tenhaydı ki bizim durakta benden başka kimse inmediydi. Bir de eve kadar tek başına yürümek var... Otellerin önünde sıra sıra bekleyen taksiler, o ‘yabancı arkadaşlar’dan başka kimseyi almıyorlardı. Sonunda “Sen de mi turist bekliyorsun?” dediğim bir sürücü biraz utandı da “Buyur abla” deyiverdi Allah’tan. Yolda konuştuk biraz “Abla ne yapalım, on lira yazıyor, adamlar çıkarıp yüz lira veriyorlar, ‘Üstü kalsın’ diyorlar” dedi. Buna ne denir? Demek bu durumda lüks taksiyi hak ediyorlar. Emekli maaşıyla geçinenler de –ki zaten çaresizlikten tercih ederler ancak– hiç taksiye binmeyiversinler artık. Metro var, metrobüs var, otobüs var, Avrasya Tüneli de geliyor, e daha ne?