Salı sabahı güvenlik güçleri, Lice merkezinden hayli uzakta PKK’lıların defnedildiği bir mezarlığa inşa edilen Mahsum Korkmaz heykelini yıktı ve operasyonu engellemeye çalışan halkın üzerine ateş açarak, bir kişinin ölmesine, bir kişinin de ağır yaralanmasına neden oldu. Yetmezmiş gibi, bazı askerler yere devrilen heykelin başına botlarıyla basarak fotoğraf çektirdiler ve bu fotoğraf internette aynı gün yayıldı. Tüm bu olup bitenlerin bölgede nasıl duygulara yol açacağını tahmin etmek zor değil. Bilhassa Mahsum Korkmaz’ın siyasal Kürt hareketi ve tabanı için taşıdığı önem hesaba katıldığında... Sürecin kritik bir sınavdan geçtiği ortada. İktidarın pek özenli davranmadığı da...
Neden bu dönemde böyle bir heykele ihtiyaç duyuldu, bu meselenin böyle sonuçlanacağı belli değil miydi gibi sorulara yanıt arayan, çok da yanlış sayılmayacak görüşleri, teorileri basından, televizyonlardan vs. duymuş olmalısınız. ‘Heykel’ meselesine de eleştirel yaklaşabiliriz. Türkiye’nin Atatürk heykelleriyle marazi ilişkisi göz önüne alındığında, bu alışkanlığın hiç olmazsa siyasal Kürt hareketi tarafından paylaşılmamasını talep ya da temenni etmek yanlış değil. Olabilir. Silahlı bir heykelin dikilmesi de, evet, tartışılabilir. Ancak, kâğıt üzerinde yanlış olmayan bu görüşlerle varacağımız yer sınırlı. Önümüzde bir mesele var ve belli ki bu mesele ‘heykel’den ibaret değil.
Şuradan başlayabiliriz: Bir müzakere sürecimiz var, değil mi? Aksak da olsa, kapalı kapılar ardında yürüse de, Türkiye devleti - Kürtler hiyerarşisini bozmadan ilerlese de, ‘merkez’ hâlâ bir şeyler bahşeder konumundan vazgeçemese de, var. İlk günden beri yazıp duruyorum; şu önemli: Müzakere çift taraflı bir süreçtir. Masada iki taraf olmasını gerektirir. Ve bu, iki taraftan birinin ellerinin bağlı olmamasını gerektirir. Bunu sadece Öcalan olarak anlamayın. İçinde yaşadığımız hava, siyasal Kürt hareketinin de iktidarın uygun gördüğü bir çerçeve içinde hareket etmeye zorlandığını gösteriyor. Ve en önemlisi şu: Müzakere ettiğiniz tarafa eşitiniz gibi (yazınca fark ettim, ‘gibi’ bile sırıtıyor burada; ‘eşitiniz olarak’ diyelim) davranmalısınız. Üstelik, sadece müzakere koşulları açısından değil, her anlamda.
Yani, şuraya geliyoruz: Bu müzakere niçin başladı? Savaş olduğu için. Peki, savaş niçin başladı? Kürtler bu ülkede ikinci sınıf insan yerine kondukları, dilleri yasaklandığı için. Türkiye’nin egemenlerinin Kürtleri Türklerle eş görmedikleri ve bu düşüncenin Türkiye’de kamusal hayatı kontrol eden zümre(ler) tarafından da paylaşıldığı, yeniden üretildiği için. Basitçe tarif edecek olursak, 80 yıllık bir macerada yoksul ve ezilen taraf Kürdistan ve Kürtler olurken, daha iyi eğitimli, görece müreffeh ve egemen taraf ‘Batı’ olduğu için. Rejim elbette insanlara bireysel ‘yırtma’ imkânları tanıyor ama sonuçta idari işleyişinde ‘Şark hizmeti’ olan bir ülkeden bahsediyoruz.
Dolayısıyla, eğer bir müzakere içindeysek, içindeyseniz, her şeyden önce bakış açınızı değiştirmelisiniz. Sizin değerleriniz, anılarınız varsa, onların da var. “Biz istediğimiz kadar heykel dikebiliriz, caddelere, sokaklara, okullara, komutanlarımızın, fatihlerimizin isimlerini verebiliriz, ama bunu sadece biz yapabiliriz” diyorsanız, müzakere ettiğiniz tarafı hâlâ ikinci sınıf görüyorsunuz demektir. Eğer o heykeli indirmek için geniş çaplı bir askerî operasyon düzenliyorsanız, hâlâ eski devletin alışkanlıklarıyla hareket ediyorsunuz demektir. O heykeli yıkmak için sivil insanları öldürüyorsanız, başlarından kurşunluyorsanız, eskiye dönmek sizin için pek kolay demektir. Her şeyden önemlisi, askerleriniz 90’lardaki gaddarlıkları anımsatacak biçimde o heykelin başına postallarıyla basarak fotoğraf çektiriyorsa, bir halkın gururunu ayaklar altına almaya meyillisiniz demektir.
Müzakere bir kez daha zor bir sınavdan geçiyor. Burada, aklı başında her insan gibi, bu darboğazın aşılmasını, çatışmasızlık halinin devamını ve sürecin ilerlemesini temenni edeceğiz. Başka çıkar yolumuz yok. Zaten mevcut gidişat da (Beşir Atalay’ın açıklamaları, yeniden hızlanan trafik, H. Fidan’ın İmralı’ya gidişi) bunu gösteriyor. Ama şurası önemli: Böyle süreçler bir yandan ezen-ezilen dengesinin, hiyerarşisinin de değişmesinin gerektiği süreçlerdir. Ancak bu süreç maalesef böyle ilerlemiyor. Mesela geçen pazar günü Cumhuriyet gazetesinde Emine Kaplan imzasıyla şöyle bir haber yayımlandı: “AKP hükümeti, HDP ile çözüm sürecinin yol haritası konusunda görüşmelerini sürdürürken; Başbakan Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçiminde bölgede AKP’nin oyunun düşmesi ve HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın oyunun artmasını PKK’nin silah zoruyla insanların iradesine ipotek koymasına bağladı. Erdoğan, ‘İnsanların iradesine silah tehdidiyle el koyanlar karşısında bizler de tavrımızı en güzel şekliyle ortaya koyup, İçişleri ve TSK tüm imkânlarıyla buralarda neyse, hangi dilden anlıyorlarsa o dilden konuşmaya mecburuz. Çözüm sürecini onlar istifade etsin diye hazırlamadık’ dedi.”
Erdoğan’ın seçim sonrasında milletvekilleriyle yaptığı basına kapalı bir toplantıdan sızan bir haber bu. Bildiğim kadarıyla yalanlanmadı. Yani bu sözleri ciddiye alabiliriz. “Hangi dilden anlıyorlarsa”, “Onlar istifade etsin diye yapılmadı” gibi laflar, sürecin nasıl bir zihniyetle yürüdüğünü de gösteriyor. Halbuki şu çok açık: Süreç tam da ‘onlar’ istifade etsin, Türkiye’nin kamusal ve siyasal hayatına katılsınlar, kendilerini daha çok ‘bu ülkeli’ hissetsinler diye yapılmadı mı? Yani, öyle olması gerekmez mi? Diyeceğim şu: Eğer Erdoğan HDP’nin ilerleyişine gerçekten de bu gözle bakıyorsa, önümüzde büyük bir mesele var demektir. Ve Demirtaş’ın aldığı o %9,8, egemenleri korkutmuş demektir. Dolayısıyla, bir kez daha söyleyebiliriz: Mesele heykel değil galiba.