Oldum bittim tuhaf bir mizah anlayışım var. Beni tanıyanlar benim esprilerime daha bitmeden kahkahalarla gülerler ki, tanımayanlar alınmasın, şaka olduğunu, espri olduğunu anlasın.
16-17 yıl önce bir gün Ayşegül telefon etti: “Nazar, Ali Murad’a çok hoş bir dadı buldum, Boğaziçi mezunu, güleryüzlü bir genç kız. Babası Ermeniymiş,” dedi. İyi pekiyi, dedim.
Akşam eve gidince mutfakta onu gördüm. Gerçekten hoş, güleryüzlü, çerçevesiz gözlüklü bir genç kadın. “Nazar, bu Suzen, Ali Murad’ın yeni dadısı, Suzen bu da Nazar, Ali Murad’ın babası,” diyerek bizi tanıştırdı Ayşegül.
“Suzen mi? Ne biçim isim bu?” dedim.
“Efendim, babam Ermeni, o koydu bu adı,” dedi Suzen.
“Ne? Ermeni mi? Hepsini kesememiş miyiz bunların?” diye kükredim..
“Efendim, iyi insanlardır,” falan gibi sözler söyledi Suzen sıkıntıyla.
Hem anne hem baba tarafından kökleri neredeyse kazınmış biri, böyle şeyler yapar, böyle sözler söyler mi? Dedim ya, acayip bir mizah anlayışı bu bendeki...
Kökü kazınmaya, kurutulmaya çalışılan neymiş, kimlermiş, büyük toplum içinde konumları, yerleri neymiş, niçin öyle bir yol tutulmuş..? Bunları mizahla, kara mizahla değil de, ciddiyetle ele alan çalışmalar peşpeşe yayımlanıyor.
Yirminci yüzyıla gelininceye Anadolu, İstanbul ve Trakya’da nasıl bir hayat yaşandığı gittikçe daha çok sayıda, daha derin ve kapsamlı araştırma, inceleme ile ortaya çıkıyor.
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarından bu yana yazılan öykü kitaplarının, romanların, şiirlerin de bunda payı büyük. Hatta, o edebi verimler, yalnız o çağların toplumsal hayatını değil, hayatiyetini de anlamamıza, hayal etmemize, yaşamamıza katkıda bulunuyor, hayallerimizi, en azından benim hayalimi, kurmaca olmayan yayınlardan daha çok besliyor.
Devasa eserler bazen tek bir yerleşim merkezi odaklı (örnekse Arsen Yarman’ın iki ciltlik Palu-Harput 1878’i), bazen de bütün bir geniş coğrafyayı kapsayan (örnekse Raymond Kevorkian ile Paul Paboudjian’ın 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler’i) olabiliyor. Bunlara, üstlerine vazifeymiş gibi her konuya burnunu uzatan Ermenilerin Boğaziçi balıklarını ele alan, yetmedi, ülkenin mantarları inceleyen kitapları gibi, ele aldıkları konular, bunları işleyişleri bakımından ‘azınlıklar’ın yönelimleri, eğilimleri, katkıları için çoook aydınlatıcı öteki örnekleri ekleyiniz. Bunlara Bingöl’ü yad eden, Erzurum yaylasını diline dolayan, Kars’tan, Van’dan, Bitlis’ten söz eden, Kilikya övgüsü/hasretiyle yanan şiirleri, şarkıları ilave ediniz...
Երբոր բացուին դռներն յուսոյ
եւ մեր երկրէն փախ տայ ձմեռ
Չքնաղ երկիրն մեր Արմենիոյ
երբ փայլի իւր քաղցրիկ օրեր
Երբոր ծիծառն իւր բոյն դառնայ
երբոր ծառերն հագնին տերեւ՝
ցանկամ տեսնել զիմ Կիլիկիա
Աշխարհ՝ որ ինձ ետուր արեւ
Yerpvor patsvin tırnern huso
Yev mer yergren pah da tsımer
Çıknağ yergirn mer Armeniyo
Yerp payli ür kağdzrig orer
Yerpvor dzidzarn ür puyn tarna
Yerpvor dzarern haknin derev
Tsangam desnel zim Giligya
Aşharh vor intz yedur arev
Ne zaman ki açılır umut kapıları
Ve bizim elden kaçıp gider kış
Emsalsiz memleket Ermenistan
Senin tatlı günlerin parlayınca
Kırlangıçlar dönünce yuvalarına
Ağaçlar giyinince yapraklarını
Varıp gideyim görmeye Kilikya’mı
Bana güneşi bağışlayan dünyamı.
Kolej açmaya gelen Amerikalılar, Balkan savaşları ilk dünya savaşına doğru evrilince, dedeme, “Hadi, aileni al, bizimle gel,” demişler, tası tarağı toplayıp. Dedem pek şaşırmış, burası yurdu yuvası, nereye, niçin gidecek... Bu şiirler, şarkılar, dedemin ne hissettiğini, ne yaşamış olurlarsa olsunlar, onları nasıl bir yarın bekliyor olursa olsun, göçmen kuş değil, endemik, köklü ağaçlar olan bu insanların hiç bir yere niçin gidemeyeceklerini pek güzel anlatıyor.
Agop Baronyan’ın, Krikor Zohrab’ın, Odyan’ın, Eseyan’ın, Mıntzuri’nin kitaplarını göz önüne alalım. ‘Baba’ Hampartsum’un notaları sayesinde bugün keyifle dinlediğimiz pek çok besteyi akla getirelim... Canım, bunlara ne hacet, İstanbul’u, Anadolu’yu şöyle bir dolaşarak hem dokunul(a)mamış hem de nasılsa ayakta kalabilmiş yapıları görelim... Tiyatro, müzik, edebiyat, resim, mimarlık, fotoğrafçılık... güzel sanatların bütün dallarında öne çıkan bütün verimlerde bugün artık kesilip kotarize edilmiş arterlerde dolaşan kanın beslediği bir geçmiş, büsbütün yok edilememiş bir varidat, bütün haşmetiyle canlanır.
Yazık olmuş...
Kime?
Biz içinde henüz -ve hala- insanlık taşıyanlara, hele, yaşadıkları halde -kazara hayatta oldukları için- şükretmeyen ben misali zındıklara, yok edilen bir bütün halka, kılıç artıklarına ve onların geride kalanlarına söylemiyorum.
Yazık oldu.
Bir düşünelim şimdi.
20. yüzyılın başında Ankara’nın, hatta Kayseri’nin doğusunda 3.000 kilise-manastır, 2.000 okul ve bu okulların 300.000 öğrencisi var. Dünyayla ticaret içinde işinsanları, zenaatkarlar, sanatçılar, korolar, tiyatrolar, gazeteler, dergiler… Bunlara Ankara’nın batısını da katın ve o günleri gözünüzde canlandırmaya çalışın. Sonra da o çağın bir ırk temizliği yaşanmadan bugüne uzandığını hayal edin. Nasıl bir ülke olurdu burası? Bugünkü gibi entellektüel hayatı kıraç, sanat dünyası çorak, kültür evreni bozkır, siyaseti sığ ve ilkel bir ülke mi? Yoksa…
Geçmişe hasret duymanın, geçmişi özlemenin faydası yok. Komünist marşlardan biri,
‘Geçmişe ağlamak fayda vermez,’ der zaten.
Peki, insan kendi hayati atardamarlarını niçin keser, kotarize eder? Bu bir intihar girişimi midir?
Ve geride kalan bünye nasıl yaşar? Bir bitkisel hayata girmez mi?
Bir ‘Kaybedilmiş Cennet’ten söz etmiyoruz elbet. Osmanlı’da hayat hiç bir grup, zümre, millet için ‘cennet’ sayılmazdı, hele hıristiyanlar için hiç cennet olmadı, aleviler, kürtler için de hakeza.
Lakin, Cumhuriyet dönemiyle sembolleşen bir ‘Çorak Ülke’ de değildi.
Özne toplumsa, bitkisel hayata girmez, girmediği görülüyor. Sadece bünye o bünye, varlık o varlık olmaktan çıkar. Yüzyıllar boyunca ezayla, zulümle de olsa, evrile çevrile kurulmuş, oluşmuş, çağın icaplarına az çok adapte olmuş bir bünye olmaktan çıkar, ‘temizlenmiş’, arınmış, eski renkli, zengin hayatiyetini kaybetmiş, ama ne gam, yaşıyor ya, yaşayan bir canlı haline dönüşür. Kitapta söylendiği gibi:
“...20. yüzyılın ilk çeyreğinde Kayseri (biz bunu bir bütün ülke olarak da anlayabiliriz-nb) bu toprakların asli unsuru olan nüfusunun önemli bir kısmını kaybederek kültür erozyonuna maruz kalmıştır. Neticede boşalan ve her biri Safranbolu örneğinde ve ayarında bir dünya kültür numunesi olması gereken Talas, Germir, Efkere, Tavlusun, Mancusun, Derevenk, Zincidere-Endürlük gibi yerler ‘suyu çekilmiş değirmen’ misali birer virane haline gelmiş, getirilmiştir.”*
* Erciyes’in Rüyası Kayseri, s. 356. Yapı Kredi Yayınları