O yıllarda bir bölümü yandan çarklı olan araba vapurları Kabataş-Üsküdar arasında çalışırdı. Adalar-Yalova vapurları Galata Köprüsü’nden, Kadıköy, Üsküdar, Boğaz vapurları Eminönü’den kalkardı. Kadıköy vapuruna bindiniz mi, iskele/sancaktaki yan sıralara yerleşir, aybaşı bursunuzu almışsanız Lüks-Açık’ta hatta bir de çay içerek giderdiniz. Lüks-Açık geminin kıçüstünde, hasır koltukları olan, fark bileti için para ödediğiniz mevkiydi.
Kadıköy’e geldiniz mi dolmuşa atlar, Ziverbey’e, Murat’a giderdiniz. Murat Belge orada, mütevazı bir apartmanda annesi ve anneannesiyle otururdu. Arkadaşımı yıllar sonra işkence-sorgulama için hem yabancılık çekmesin diye hem de onu apartmandan köşke terfi ettirmek amacıyla Ziverbey Köşkü’ne götürmelerindeki inceliği inkar etmemek gerekir. Ama ne yazık ki Murat nankör çıktı, bunu takdir etmedi, edemedi.
Murat’ın odası arkadaşların buluşma yeri gibiydi. Ayşe, Fikret Adanır, Yalçın Yusufoğlu, Haluk Şahin, Gülsen, Altan (mimar, daha sonra Gülsen’le evlendiler), Osman Arolat, Faruk Sipahi ilk akla gelenler. Bu arkadaşlarımın hepsi de iyi yetişmiş, eğitimli ailelerden, çevrelerden, benden çok daha bilgili gençlerdi. Murat da hayata gülen gözlerle bakan, iyimser, esprili, çok bilgili, kültürlü, ince zevkli, arkadaş canlısı, hasılı bulunmaz bir arkadaş, yoldaş... Yani ki şimdi ekranda, yazılarında göründüğü gibi değil.
Annesi Cavide Hanım bize yemek hazırlardı. Orda, odada, kimimiz yerlere serilmiş, kimimiz koltukta, iskemlede, cigara dumanları şarap şişeleri arasında hem günü gündemi konuşur, hem de pikapta müzik dinlerdik. Caza, blues’a, Amerikan Britanya folkloruna kapılarımın ilk açıldığı yerdir orası desem yanlış olmaz.
Murat, High School mezunuydu. Onu lise öğrencisiyken oynadıkları Gilbert-Sullivan’ın H.M.S. Pinafore müzikalinde gördüğüm üniversitede tanışmamızdan sonra aklıma düştü. Evlerinde iki-üç dil konuşulurdu; annesi, babası, dayısı, halasıyla geniş bir siyaset-kültür-edebiyat çevresinde görgüyle büyümüştü. Benim gibi İngilizcesi zayıf, Tıbrevank’ın koruyucu kucağından yeni terhis olmuş biri için heyecan verici, zengin, öğretici, doyurucu, verimli bir ortam sağlamıştı bana Murat’ın ve saydığım arkadaşların varlığı.
Her şeyden konuşurduk. Ayşe, Fikret, Gülsen, Murat ve ben İngiliz Filolojisi öğrencileriydik, ama bu beraberliklerde İngiliz, Amerikan edebiyatlarının yanı sıra Türkçe edebiyat, Rus, Fransız edebiyatları, Camus, Kafka, Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Lorca konuşulur, Brecht’ten söz edilir, edebiyat-sanat akımları, Marksizm, Leninizm, Troçkicilik tartışılırdı. Bu konuşmalar kimi zaman bir kahvehanede, Beyazıt çınaraltında, Lefter’in, Kör Agop’un meyhanesinde aynı rahat, gerilimsiz, dost havada sürerdi. Murat’ın babası Yassıada’dan sonra Kayseri cezaevine götürülmüştü, bunu hepimiz bilirdik, lakin ondan söz açıldığını hatırlamıyorum.
Galiba 1963 Şubat’ında Murat’la trene binip Kayseri’ye gittik. Filoloji’deki ilk yılımızdı. Ayaz bir İç Anadolu gecesinde beyaz ayın tanıklığında karlar arasında kayıp giden bir yolculuk. Önce Develi’ye babamı-annemi görmeye... Kar dam boyu, soğuk. Hemen hemen evden hiç çıkmadan birkaç gün geçirdik. Ev yapımı şarap, sucuk pastırma, kümesten ördek-tavuk, su böreği, bulgur pilavı falan, belki mumbar dolması, pırtımpırt, bol ikramlı birkaç gün. Sonra Kayseri’ye ablamlarda kalmaya ve Burhan Bey’i ziyarete.
Cezaevine yalnız aile ve yakın akrabalar alınıyor, beni kuzeni olarak tanıttılar.
Bir büyük salon, belki 80-100 metrekare, kıraathane gibi bir yer, masalar iskemleler... Hapisteki bütün önde gelen Demokrat Partililer orada, aileler ziyarete gelmiş, öbek öbek oturuluyor, hükümlüler ailelerine iyi olduklarını gösterme çabasında, aileler merakta, acı içinde oldukları belli olmasın diye onları daha da acıklı hale sokan bir uğraşta, her iki taraf da olan bitenin farkında ama belli etmiyor, neşe gösterisiyle oynanan bir dram, dokunaklı bir tablo. DP milletvekili Mithat Perin’in oğlu Tuzla’da kampçım olduğundan, ailelerin yaşadıklarını önceden de bir miktar biliyordum, lakin Kayseri’deki durum...
Murat’ta sakal var, şimdiki gibi değil, kızılımsı, bakır teller gibi başıboş bir sakal. Burhan Belge’nin tek çocuğu. Babası, “Oğlum, bir yüzünü göreyim,” dediğinden Murat hapishane berberinin yolunu tuttu. Babası, sanırım mapushanede, ona bir çift ayakkabı yaptırmış, takır-tukur, katır-kutur bir çift papuç, onları da giydi Murat, babasından değil ama onun fikriyatından kilometrelerce uzak, onun temsil ettiği siyasetin hemen 180 derece karşısında duran oğul... Babasına Develi’yi anlattı, amansız karı, kapalı kalışımızı, bulgur pilavını. Burhan Bey, o zaman da sonra da beni etkileyen, düşündüren, üzen bir söz söyledi, yüksek duvarlar arkasında: “Kar yağar, yollar kapanır, evlerden çıkılamaz, kümes hayvanları ahırlara konur donmasınlar diye, o kar, karla gelen o mağduriyet nasıl da yaklaştırır insanları birbirlerine...”
Bu adam, çok iyi Almanca bilen, ülke siyasetinde ta 1930’larda önemli bir iz bırakmış Kadro Hareketi içinden gelen, son seçimlerde meclise giren, idamla yargılanıp müebbete mahkum edilmiş bu adam, karın yolları kapattığı bir kasabada bir ailenin sıcaklığını hayal ediyor, bizim iki gün önce yaşadıklarımızı bizden iyi biliyor, anlatıyordu.
O ziyareti, aralarında “devr-i saadet” diye adlandırdıkları iktidar günlerinden sonra ortaya çıkan o perişan manzarayı hiçbir zaman unutmadım.
Ziverbey’e dönersek, uzunçalarlarda Joan Baez’i, Pete Seeger’ı, Miriam Makeba’yı ilk orada, Murat’ın odasında dinledim. Ewan MacColl’u, karısı ve Pete Seeger’ın üvey kızkardeşi Peggy Seeger’la birlikte söyledikleri baladları, halk şarkılarını, madenci, dokumacı, demiryolcu türkülerini de ilk orada duyduğum gibi. Ve Odetta’yı... unutulmaz Odetta’yı.
Nereye gitsem, kiminle arkadaşlık kursam, öğreneceğim çok şey vardı mutlaka; Tıbrevank’taki öğretmenlerim, özellikle Sabri Altınel, Vahan Acemyan, Father David Harding, beni, bizi hazırlamış, donatmışlardı elbet; gene de dünyaya yeni açılıyor gibiydim. Yeni, zengin, şaşırtıcı, büyüleyici bir müzik-kültür-sanat-edebiyat dünyasına. Bunun değerini bildiğimi, yalnız öğrenmeyi değil, öğrendiklerimin farkında olmayı da öğrendiğimi umuyorum.