Kürt meselesinde şu son haftada geldiğimiz puslu havaya göz atmadan önce, gelin bir ay önceye, 18 Mayıs’a gidelim. O tarihte Taraf gazetesine konuşan, Akil İnsanlar Heyeti’nden Celalettin Can, kısa süre önce döndüğü Kandil’de edindiği izlenimleri aktarıyordu. Bu röportajdan bazı pasajlar okumak yararlı olabilir:
“Sabri Ok’un ve Kandil’in genel olarak asıl söylediği şu: AKP çözüm noktasında değil. Bireysel haklar noktasında bakıyor meseleye (...) ‘Çözüm sürecinde tek taraflı adımları biz atacağız. O adımları da kendi güçlerimizle kendimiz koruyacağız” diye düşünüyor(lar). Hükümet bir nevi çözüm sürecini rehin almış durumda. Bu nedenle fiilen özerklik örgütlenecek (...) Yani kendi demokrasilerini kendileri inşa edecekler.”
(Çatışma çıkar mı?) sorusuna cevaben: “Amaç çatışma değil. Ama devlet müdahale ederse, bunun karşısında direnilecek. Bu direnme çeşitli şekillerde olur. Serhıldanlar olur, kitle ayaklanmaları olur. (...) Gelinen noktada AKP’den umutlarını kesmiş durumdalar. Alternatifleri kendi halkının direnişi. Öcalan’ı ne yapacaksınız diye sorduğumda, ‘Öcalan bulunduğu yerden görüşmelerine devam eder, tutumunu sürdürür’ dediler.”
Sonraki günlerde olayların bu çerçevede cereyan ettiğini görüyoruz. Hükümetin kalekol yapımına hız vermesi karşısında direnişe geçen bölge halkı, devletin sert müdahalesiyle karşılaştı. Askerlerin açtığı ateş sonucunda iki kişi (Ramazan Baran ve Baki Akdemir) hayatını kaybetti. Sonra da malum bayrak indirme meselesi ve Türk sağının yaşadığı öfke nöbeti... Şimdilerde ‘taraflar’ süreci tekrar rayına oturtmaya çalışsa da, şu gözden kaçmadı: AKP başta olmak üzere, Türk tarafında ‘karanlık tarafa geçiş hızı’ ürkütücü nitelikte.
Sırayla gidelim. Kandil’in tutumu o günlerde beklenen yankıyı yaratmadı. ‘Süreç’te, sürecin halkla ilişkiler kısmını kontrol eden AKP ve medyasına göre yeni adımlar atılacaktı, Öcalan umutluydu, yasal bir çerçeve gelecekti, hatta Öcalan’la artık MİT değil, siyasiler (yani AKP) görüşecekti. Bu tavrı HDP/BDP’nin de paylaşması umutları artırdı, ancak manzara pek de öyle göründüğü gibi değildi. Diyarbakır Belediyesi’nin önünde bekleyen anneler, AKP ve eskisiyle yenisiyle merkez medya tarafından, 90’ları hatırlatan bir dille gündeme getiriliyor, hatta istihbarattan geldiği belli olan “PKK çocukları çatışmaya gönderiyor” haberleri manşetlere çekiliyordu. Beri yandan, devletin marifetlerini bilenler, Lice konusunda da, yürekleri ağızlarında bekliyordu.
Olup bitenler, önce, Erdoğan’ın her zamanki, ‘taviz’ olarak gördüğü bazı hakları vermeden önce milliyetçilik dozunu yükseltmesi taktiği çerçevesinde görüldü. Bu hâlâ geçerli olabilir. Ancak bu kez, doz hayli yükselmekle kalmadı, iki kişinin canına mal oldu.
Peki, bayrak kriziyle birlikte gördüğümüz öfke nöbetleri ve Kürtlere yönelik linç girişimleri, öncesinde AKP’nin oyunu sert oynamaya karar vermesi (Hürriyet’in hemen 90’ların atmosferine dönmesi bunun bir göstergesiydi) bize bir şeyler anlatmalı mı? Yoksa, tarafların taktik hamleleriyle mi karşı karşıyayız?
Doğrusu, taktik ya da stratejik hamle, seçim öncesi pozisyon alma gibi meselelere girmek yerine (bunlar yoktur anlamında söylemiyorum elbette), gözümüzün önünde olup bitenlere bakmak daha yararlı olabilir. Benim görebildiklerim şunlar:
Sürecin baştan beri oturtulduğu sağlıksız yöntem, sürecin kendisini zorlar hale geldi. Kürtler, PKK’nın çekilmesi sonrasında masada ne olduğunu hâlâ bilmiyorlar. Bu, görebildiğimiz kadarıyla, büyük bir güvensizlik hissi yaratıyor. Ve kalekol vb. hamlelerle bu güvensizlik daha da büyüyor. Evet, kimsenin ölmemesi (ki artık bu argüman da geçerliğini yitiriyor) çok kıymetli bir kazanım ama haklar, eşitlik, dağdakilerin hayata katılabilmesi, anadilinde eğitim gibi konularda, yol haritası bile yok ortada.
En önemli mesele şu: Süreç elbette önemlidir, ancak bir fetiş değildir. Yani varılmak istenen yeri unutup sadece sürecin kendisini bir amaç haline getirmek sağlıklı değil.
Şöyle ki: Eğer bu süreçle varmak istediğimi sonuç Kürtlerin dağa çıkış sebeplerini yok etmek, Kürtleri bu ülkenin eşit ve onurlu vatandaşları haline getirmekse, ‘süreç’ buna uygun şekilde ilerlemek zorunda. Devlet ve AKP, süreç boyunca, ‘karşı taraf’ olarak gördüğüne, eşitiymiş gibi (çünkü, öyle) davranmak zorunda. Sonuçta varmak istediği yer burası ise tabii.
Ancak AKP’nin mevcut durumda yaptığı, daha çok, süreci bir amaç haline getirmek ve en önemlisi, bu tip krizleri kullanarak ‘karanlık taraf’a çok çabuk geçebileceği mesajını vermek. Yani süreci ‘öfke nöbetleri’ eşliğinde sürdürerek, Kürt cephesinin üzerinde baskı oluşturmak.
Doğrusu bu, ilerisi için çok umut vermiyor ve ilanihaye sürecek gibi görünmüyor.
Evet, her kriz anında Öcalan devreye giriyor ama PKK yöneticilerinden Duran Kalkan’ın Salı günü internet sitelerine yansıyan sözleri önemli. Kalkan, özetle, artık HDP’nin Öcalan’dan getirdiği sözlerle hareket etmeyeceklerini, birebir görüşme talep ettiklerini söyledi. Bu yazının başındaki sözleri de düşünecek olursak, süreç açısından hayli kritik bir aşama...
Özetle; evet, belli ki süreç bitmedi. Ancak artık yeni ve daha zor bir aşamadayız. Dolayısıyla, eşit ve onurlu bir barışa daha fazla sahip çıkmak gerek.