Birine beddua edeceksen, “En beterinden ırkçı olursun inşallah” de. Yeter.
Çocukluktan başlayarak, hadi ırkçı demeyelim, milliyetçi de değil belki, ama milletçi bir eğitim aldık. Millet, yani Türk milleti. Öğretilen tarih, şiirler, marşlar, “el muzaffer daima...” padişahlar, sürekli zaferler; yenilgiler –varsa– hep müttefikler yüzünden, savaşılan tarafın hainliğinden falan... “Bir Türk dünyaya...”, “Ne mutlu....” Gel de –Türkçü değil ama– Türk olma...
Ben de bu eğitimden payıma düşeni aldım elbet. (Hatta, Tıbrevank’ta, 15 yaşında, bir Cumhuriyet Bayramı töreninde, hangisiyse, bir şiiri aşırı duyarlılıkla okuduğum için olmalı, o sırada sürveyan olan Mıgırdiç Margos’tan esaslı bir tokat yediğimi de hatırlarım. Ama o da başka bir hikâye.)
1980’li yılların ortaları. Aydınlar Dilekçesi imzalanıp verilmiş. Parti parti Selimiye’ye çağırılıp ifadelerimiz kayda alınmış. İmzacılardan 59’u için dava açılmış, o arada Devlet Başkanı Kenan Evren
–galiba– Bursa nutkunda, “Aydınlarmış... Ben öyle aydını ne yapayım, vatan haini Vahdettin de aydındı” demiş. Bunun üstüne, duruşmalardan birinde, ya Aziz Nesin, ya Tahsin Saraç, “Devlet Başkanı ‘Ben öyle aydını n’apim, vatan haini Vahdettin de aydındı’ buyurmuş; Vahdettin’in aydın olup olmadığı tartışılır, ama devlet başkanı olduğu kesindir” diyerek, bu tarihi notu tarihe düşmüştü. Yayımladığımız ‘Aydınlar Dilekçesi Davası’ adlı kitapta, tüm o safahat anlatılır.
Konu o değil.
1985-86’da, zamanın moda tanımıyla, Ege’de sular ısınmış, hatta kaynıyor. Havada it dalaşları, tacizler, hava sahası ihlalleri, denizde güç gösterileri; daha fenası, Ankara ve Atina’da babalanmalar... Savaş için bir kıvılcım bekleniyor.
Aziz Nesin ve birkaç öncü aydın gene kolları sıvamışlar, savaşa karşı ne yapılabileceği konuşuluyor. Hatta, birbirlerinden pek hazzetmeyen Aziz Nesin ile Yaşar Kemal bile, uzun bir aradan sonra ilk kez bu amaç için bir araya gelmişler. Yunanistan’da ve Türkiye’de eşzamanlı olarak birer Dostluk Derneği kurulması tasarlanıyor. Dünyaca ünlü arkeoloğumuz, Ordinaryus Profesör Dr. Ekrem Akurgal, Türkiye’deki girişimin onursal başkanı.
Birkaç toplantıdan sonra, galiba Ersin (Salman), “Aziz Abi, ne zaman böyle bir ihtiyaç doğsa hep aynı 20-30 kişi bir araya geliyoruz, konuşup çözüm arıyoruz. Birilerine daha danışmak gerekmez mi?” dedi. Konuşuldu. Önde gelen birkaç köşe yazarının davet edilmesi kararlaştırıldı.
Bir sonraki toplantıya bu davet edilenler de katıldı. Onlara niyet anlatıldı.
“Bu kriz zamanında böyle bir girişimin zamanı mı?” diye sordular. Aziz Nesin, “Neredeyse savaş çıkacak, şimdi değil de ne zaman? Barış talebini yükseltmenin tam zamanı” diye karşılık verdi.
Derken, çağrılılardan –galiba– Güneri Civaoğlu, “Böyle siyasi krizlerde ekonomik bakımdan etkili insanları da bu tür girişimlere katmak yararlı olur, çünkü savaşın ekonomiye etkilerini de hesaba almak gerekir ve hükümetler iş adamlarını daha açık bir kulakla dinlerler” gibi sözler söyledi.
Bunun üstüne soruldu: Mesela kimler? Güneri, Rahmi Koç, Şarık Tara, İshak Alaton, Jak Kamhi gibi isimler sayarken, Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği girişiminin onursal başkanı, dünyaca ünlü arkeoloğumuz, Ordinaryüs Profesör Dr. Ekrem Akurgal, yerinden kükredi: “Yok daha neler, bugün Yahudileri çağıralım, bari yarın da Ermenileri!”
Konu Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği kurulması. İki halk arasında, halklar arasında barış, dostluk. Bu konuşuluyor...
Salonda, hani nasıl derler, zifiri bir sessizlik oldu. Aziz Nesin sandalyesinden düşeyazdı. Herkes şaşkın. Aramızda Panayot Abacı var ama, hem Panayot her zaman var, hem de orda bulunması meşru, çünkü Panayot Rum, konu da Yunanlılarla dostluk olunca...
“Bi dakka, bi dakka, sayın profesör, geç kaldınız, bir Ermeni şimdiden burda!” diyerek ayağa kalktım. Herkes gözleriyle zeminde bir şeyler aramaya başladı. Ses yok. Çıt yok.
Ekrem Bey’in yerinde olmak istemezdim.
Niyeti kötü değildi, eminim. Kendisi, biliyoruz, Türkiye’deki Roma-Bizans arkeolojik kalıntılarını layıkıyla koruyabilmek, ayakta tutabilmek için savaş veriyor. Almanya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın en onurlu madalyalarını, Türkiye’nin en saygın ödüllerini almış, pek çok bilimsel eser yayımlamış, dünya çapında saygı gören bir bilim adamı. İnsana, tarihe daha saygılı birini arasanız bulamazsınız.
Ama, bakın işte, olmuyor. Eğitim-öğretim işte böyle bir şey. En olmayacak kişi(ler)de, en olmayacak durumlarda koşullanmanın o etkisi, öyle yetiştirilmenin, o havayı solumanın baskı altında tutulmuş etkisi, an geliyor, gizlenemiyor, patlayıp açığa çıkıyor.
Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği kuruldu. Derneğin Yunanistan ayağının kurulmasına Mikis Theodorakis önayak oldu, Yunanistan’da geniş bir yelpazeden pek çok kurucuyla birlikte, 1979’da uğradığı suikastta öldürülmesinden birkaç gün sonra yayımladığı açık mektupla Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü’nü öneren büyük barışsever Andreas Politakis de yer aldı. Her iki dernek çok iyi, yararlı, başarılı işler yaptı. Theodorakis İstanbul’a gelip, AKM’de unutulmaz bir konser verdi. Zülfü Livaneli ile ortak çalışmaları oldu. Çok çeşitli etkinlikler o yıllardan başlayarak peş peşe geldi.
Diyeceğim şu ki, bu Ermeni takıntısı pek öyle yeni değil, bir fobi halinde eski zamanlardan sürer gelir. Hrant’ın ‘damarlarda akan zehirli kan’dan söz etmesi boşuna değil... İşin en temelinde korkunç bir suçluluk duygusunun yattığını görüyorum. Ayna önünde itiraf edilmezse eğer, öyle bir duygu insanı ya yer bitirir, ya da gaddar ve zalim kılar. O duygu varken insan olmak da, o duyguyla yaşamak da kolay değil.
O duyguyla yaşamak kolay değil ama, yaşıyorlar işte; ta İttihat ve Terakki öncesinden başlayarak sürüp geliyor bu ‘temizleme’ güdüsü, bu nefret, bu takıntı, bu fobi... Cumhuriyet döneminde de eksikliğini hiç görmedik. Yalnız parti liderlerinde, bakanlarda, milletvekillerinde, kafatasçılarda, şunda bunda değil, en eğitimli, rafine, kültürlü ve kültive insanlarda dahi gün geliyor, zaptedilemiyor, paaat diye ortaya çıkıyor.
Ne demeli? Allah sağlıklarını versin. Ermeniler de antidot olsun, sağaltıcı bir etki sağlayabilsin. Amin.