25 Eylül 2012’de kaybettiğimiz, Abdal müziğini geniş kitlelere taşımış olan ozan Neşet Ertaş’ı, ölümünün ikinci yıldönümünde, onun temsil ettiği gelenekle uzun yıllar yakından ilgilenmiş ve onunla hasbihal etme imkânı bulmuş müzisyen Erol Mutlu’nun yazısıyla anıyoruz.
EROL MUTLU
İki yıl önce, 25 Eylül’de kaybettik Neşet Ertaş’ı. Bir süredir yaşadığı sağlık sorununu atlatamadı; hastalık metastaz yapmıştı. Doktorunun tabiriyle “çok metanetli” davranmış, hasta yatağındayken bile, dinleyicilerini teskin etmek üzere “Merak etmeyin iyiyim, sevgiyle kalın” şeklinde bir mesaj göndermişti. Öldüğü yolunda söylentiler üreten sosyal medyanın hoyratlığı karşısında, çok zarif bir davranıştı bu. Hastalığına “Gönülle yaşarsam dünya benim, gönülsüz yaşarsam ben bu dünyanın neyiyim?” sözleriyle bakabilmiş bir Abdal’dan bahsediyoruz.
Biliniyor ama yine de hatırlayalım: Ertaş, 2010 yılında, UNESCO sözleşmesine referansla, ‘Yaşayan İnsan Hazinesi’ ilan edilmişti. Ölümünün ardından yaşananlar ise manidardı. Alevi-Bektaşi kimliğine rağmen cenazesi bir camiden kaldırılmış, cemevini hatırlatmaya çalışanlar tepki görmüştü. Bir inanç sisteminin kendi ritüellerini yaşa(t)ma özgürlüğünün sınırlarına işaret eden bir yanı vardı bu olayın. Yaşayan İnsan Hazinesi’nin Abdal kimliği yıllarca sorun olmuştu, şimdi ise Alevi kimliği mesele çıkarıyordu. Alevi açılımı, Ertaş’ın kimliğine açılamıyordu.
Devlet burada, ama bir şey eksik
Vefatının birinci yıldönümünde, Kırşehir Belediyesi’nin, Başbakanlık ve Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlendiği anma törenine devlet ricali aktif bir katılım gösterdi, ‘Gönül Dağı’nı hep beraber terennüm ettiler. Ertaş ailesi, muhatap alınmadığı ve organizasyon sürecinde devre dışı bırakıldığı için etkinliğe katılmama kararı aldı. Bakan Çelik, yaptığı konuşmada “Kendisi devletle millet bir olsun isterdi. Ayrılık gayrılık olmasın isterdi. İşte bugün devlet burada, millet burada. Mekânı cennet olsun” dedi. Sağlığında ‘devlet sanatçısı’ unvanını reddetmiş bir ustayı, devlet bu kez de kendi tahayyül dünyasına çekerek ve ‘devlet-millet’ bağlamına oturtarak temellük etmeye çalışıyordu.
Ertaş’ın vefatı, Abdal müzik geleneğinde ciddi bir boşluk bıraktı. Şimdiye dek yapılan etkinliklere bakıldığında bu girişimlerin geleneğin kendisine ne kadar odaklandığı tartışmalı bir konu. 2013 yılında Yenice Mahallesi’nde vali konağı olarak kullanılan iki katlı bina, ‘Neşet Ertaş Kültür ve Sanat Evi’ olarak kullanıma açıldı. Ölüm yıldönümünde bazı yerlerde (Bornova, Kırıkkale, Mersin vs.) anma etkinlikleri düzenlendi. İlginç bir girişim, Kasım 2012’de Türkiye Bilişim Derneği’nin düzenlediği Bilgisayarla Beste Yarışması idi. Ana teması Neşet Ertaş olan yarışmada, besteler elektronik araçlarla yapılıyordu.
Şüphesiz, bu tür girişimlerin belirli bir heyecanı ve enerjiyi harekete geçirdiği düşünülebilir. Ne var ki, bütün faaliyetler Neşet Ertaş’ı anma/hatırlama çerçevesinde kalıyor ve adeta kayıp bir geçmişin yâd edilmesine sıkıştırılıyor. Bunun dışında, dizi film sektöründe tüketilen ya da çeşitli şarkıcılar ve ‘küçük Neşetler’ tarafından “Bir de benden dinleyin” iştahıyla yorumlanan eserlerinin, Ertaş’a da, Abdal müzik mirasına da bir şey kattığını iddia etmek zor.
Yeni bir iklim
Oysa Neşet Ertaş’ın belki de tekrarlanamayacak, özel bir konumu vardı. O Abdal müzik gelenekleriyle sağlam bir ilişki kurmak ya da bu mirası bugüne taşımak gibi bir repertuvar aktarmacılığıyla yetinmedi; onları yeniden yorumlamakla da sınırlamadı kendini (ki bu yeniden yorum da çok ‘özgün’dü). Zengin besteler üretti, incelikli sözler yazdı. Eserlerini virtüözitesi yüksek bir bağlama ve vokal tekniğiyle seslendirdi. Abdal müziği binasına sağlam tuğlalar ekledi. O müziğin yerel sınırlarının dışına çıkan ilk ve en popüler isim oldu. Nitekim, Kürt müziğinde benzer bir yeri olan Şivan Perwer, “Yakın dönemde dünyada ve coğrafyamızda etkili ve esaslı müzik yapan üç-dört ozandan bahsetmek mümkün. Bunlar Kürt toplumunda Mihemed Arif Cizîrî, siyah toplumunda Paul Robeson, Arap toplumunda Nazım Al-Gazali, Türk toplumunda da Neşet Ertaş’tı” diyecektir. (26.9.2012, bianet)
Ertaş’ın müziği, 1970’lerin hareketli ve dinamik kültürel-politik ortamında ortaya çıktı. Birçok müzik akımının (Rock, Anadolu Pop, Arabesk, protest müzikler) deneysel arayışlara girdiği bir sanatsal iklimde, onun müziği de bu akımlarla kimi noktalarda ilişkiye girdi ve o etkileşim içinde kendi ifade imkânlarını zenginleştirdi. 2000’li yılların başında, Ertaş’ın, tabir caizse ‘ikinci dönüş’ü, özgürleştirici kimlik siyasetinin hayata yeni bir iklim getirdiği, insanların aidiyetlerini merak ettiği bir kültürel dalgaya denk geliyordu. Halk şarkılarının ve o formda üretilen eserlerin büyük bir ilgiyle yeniden hatırlandığı ve dolaşıma girdiği bir dönemden bahsediyoruz. Öyle ki, ‘üniversiteli’ gençler, yeni kuşaklar Ertaş’ın dinleyici profilinde ağırlıklı bir yer ediniyordu.
Bir gelenek çözülüyor
Müziğin kaderini politik faktörlerle açıklamak gibi bir indirgemeciliğe düşmeden, şunu söyleyebiliriz: Kürtlerin ve Alevilerin, toplumun en dinamik kesimlerini oluşturduğu bir dönemde, müzik de bu canlılıktan etkileniyor ve dönüp o heyecanı kendi dil ve ifade biçimleriyle yeniden üreterek dolaşıma sokuyordu (bu dinamizmin deneysel ve avangart üretime ne kadar dönüşebildiği ayrı bir konu). Bu canlılık kendi dar dünyasıyla sınırlı kalmıyor, farklı kültürlerin müziklerine dönük bir merak ve ilgiyi de diri tutuyordu. Dolayısıyla, tekil olarak Mahzuni, Dâimi ve Ertaş’ın yanı sıra, âşık, ozan ve dengbêj geleneklerinin yeniden gündeme gelmesinin, 2000’lere özgü karmaşık nedenleri vardı ve bu konu yakından incelenmeyi gerektiriyor. Bu geleneklerin bugünün kentlileşen hayatı içinde devam edip edemeyecekleri, hangi yeni açılımlara kaynak olacakları da ciddi bir soru elbette.
Bir üretim alanının canlı bir toplumsal tabana yaslanması önemli. Anadolu-Mezopotamya halk şarkılarının üretimi belirli bölgelerde neredeyse durmuş görünüyor ve bunun derinlere inen sebepleri var. Abdal müziğinin de bir süredir bu tehlikenin eşiğinde olduğunu söylemek mümkün. Ertaş’ın büyük oranda kendi kişisel üretimiyle ertelediği bir kriz hali bu belki de. Abdal geleneğinin, en azından babası Muharrem Ertaş’ın ve kendisinin yer aldığı Orta Anadolu hattında, çözülmeye başladığının farkındaydı: “Bizimkiler aç kaldı. Tahsilleri yok, aç kalanlar da dağıldı her tarafa (…) Bu gelenek, bu kaynak yok oluyor tabii. Abdallar dağıldı gittiler. Bu türkülerin kaynağı kuruduğu zaman bu kültür ölmüştür.”
Ertaş’ın vefatının ikinci yıldönümünde şekilsel birkaç anma yapılacak, sonrasında birkaç anı, ‘saygı’ albümü vs. yayınlanacaktır muhtemelen. Abdal müziğinin yaşadığı dağılma ise devam edecek gibi görünüyor. Ne var ki, bir geleneğin çözülmesinden ziyade yeni açılımlara miras oluşturma gücüne odaklanmak daha verimli olabilir.