Geçtiğimiz aylarda yayımlanan iki kitap vesilesiyle Halit Ziya'yı ve kendisi gibi genç yazarların yirminci yüzyıla girerken çevresinde toplandıkları Servet-i Fünûn dergisini bari biz hatırlayalım. Ne de olsa bugün bu tuhaf ülkede hatırlamak, her zamankinden hayatî bir eylem.
MURAT CANKARA
Merkezî sınav sistemi tarafından örselenmiş Türkiyeli öğrencilerden önemli bir bölümü bilirler ki Halit Ziya [Uşaklıgil] ‘Batılı anlamda Türk romanının babası’dır. İçlerinden bazıları onun gerçekçi romanın ilk Türkçe örneklerini yazdığını da (tartışmalı) bilirler. Hatta beyinlerini henüz yakmamış olanlar, bazı harflerin yerini değiştirerek de olsa, Servet-i Fünûn ismini bile hatırlayacalardır. Son yıllarda buna Halit Ziya'nın Aşk-ı Memnû dizisinin roman versiyonun yazarı olduğu (ironik) bilgisi de eklendi. Ama, örneğin, onun rüştiyeden sonra İzmir'de Mıhitarist rahiplerin okulunda okuduğu (teyitli); dedesinin, daha iyi bir eğitim alması amacıyla onu bu okula sokabilmek için büyük çabalar sarfettiği; bu okulun onun edebî ve entelektüel kimliğinin şekillenmesinde önemli bir rol oynadığı; okuldaki hocalarından birinin ona okuması için Ermeni harflerini öğrenerek Ermeni harfli Türkçe ders kitaplarından faydalanmasını tavsiye ettiği; on sekiz yaşındayken İzmir'de sahnede izlediği Virjini Karakaşyan'la aralarında ‘yarım kalan’ bir aşk hikâyesi olduğu o kadar bilinmez, bilinse de hatırlanmaz. İşin ilginç yanı, Halit Ziya'nın kendisi de nedense pek üzerinde durmak istemez bunların.
Yaşlandıkça hatıraların lezzetini keşfettiğini, gözlerini gerilere doğru çevirmekten büyük haz duyduğunu dile getiren bu büyük romancının otobiyografik ‘İzmir Hikâyeleri'ni —ki ölümünden sonra yayımlanmıştır— ya da ‘Kırk Yıl'ı (ilk kez 1936'da yayımlanan bu kitapta hayat hikâyesine ‘Türklüğün ta göbeğinden’, katıksız Türk kanından geldiğini vurgulayarak başlama ihtiyacı hissetmiştir) okurken anlarız ki Halit Ziya ‘muhtelif ırklarda insanlar’ arasında; ‘eğlence’, ‘ümit’ ve ‘özgüven’ dolu bir dünyada atmıştır ilkgençliğe adımlarını. Peki sonra?
Servet-i Fünûn’u hatırlayalım
O halde, geçtiğimiz aylarda yayımlanan iki kitap vesilesiyle Halit Ziya'yı ve kendisi gibi genç yazarların yirminci yüzyıla girerken çevresinde toplandıkları Servet-i Fünûn dergisini bari biz hatırlayalım. Ne de olsa bugün bu tuhaf ülkede hatırlamak, her zamankinden hayatî bir eylem.
Zeynep Uysal, ‘Metruk Ev: Halit Ziya Romanında Modern Osmanlı Bireyi’ başlıklı çalışmasında önemli bir şey yapıyor ve 19. yüzyıl sonlarında Servet-i Fünûn dergisi çevresinde toplanan gençlerin, Türk edebiyatı tarihyazımının iddia ettiği gibi ‘taklitçi’, ‘köksüz’, ‘marazî’, ‘bize (kime?) yabancı’, ‘toplumdan kopuk bir kaçış (nereye?) edebiyatı’ üretmediklerini; bilakis, örneğin odalara, evlere, yalılara kapanarak arzularının peşinden koşan bireylerin iç dünyalarını ve aralarındaki ilişkileri anlatan Halit Ziya romanlarının politik olduğunu (spoiler) öne sürüyor. Gerçekten de, politikanın kamusal alanda görünürlüğünün neredeyse sıfırlandığı yıllarda, Ahmet Mithat ve Namık Kemal'in gülünçleştirdiği züppe tipini; seçen, karar veren, eyleyen ve eyleminin sorumluluğunu alan trajik bir modern özneye dönüştürmek, dışlayıcı katı ahlakçılığın cezalandırma mekanizmalarını alelacele devreye sokmak yerine modern deneyimin acılığını vurgulamak politik bir tavırdır. Dolayısıyla içe kapandıkça, marazîleştikçe politikleşir Halit Ziya romanı. Bu anlamda düşünüldüğünde, Orhan Koçak'ın ve Nurdan Gürbilek'in bıraktıkları yerden alıyor ve 'beşer hikâyesini kurcalayan yekpare bir roman' olduğunu öne sürdüğü Halit Ziya romanının bütüncül bir yorumuna ulaşıyor Zeynep Uysal.
Bir başka yüzyıl sonu kuşağı
Uysal'ın kitabı yalnızca Halit Ziya için değil, bütün bir yüzyıl sonu kuşağı için de anlamlı tartışmalar doğurma potansiyeline sahip. Kendilerinden önceki kuşağın, okuru eğitmeyi amaçlayan didaktik yazarlarının aksine, 1880'lerde yetişmeye başlayan ve yeni bir paradigmanın içine doğan Servet-i Fünûn'cular gündelik konuşma dilinden ayrı bir roman dili, duyguların sözle ifade edilebildiği özerk bir roman yaratmaya çalışıyorlar. Bu da hem kendilerinden önceki kuşakla aralarında ciddi tartışmalara hem de edebiyatı ‘millî benliğin temsili’ne indirgemeye çalışan sonrakiler tarafından ‘yabancı’lıkla itham edilmelerine yol açıyor. Bu nedenle, millî roman kavramının palazlanmaya başladığı erken 21. yüzyılda millî olmayandan, insanlık kavramından (sonraki kuşak bu kavramlar üzerine nefret kusacak) ve edebiyatından söz edebilen Servet-i Fünûn'cular üzerine düşünmek ve yazmak da, tıpkı dönemin romanı gibi, dil ve gerçekçilik meseleleriyle cebelleşmeyi gerektiren politik bir eyleme dönüşüyor. En nihayetinde bu kuşağın maruz kaldığı dışlayıcı refleks bugün hâlâ, hatta edebiyatın sınırlarını fersah fersah aşarak, gündeliğin pek çok alanını arsızca istila etmeye devam ediyor. O halde deşifre edilmesi lüzumlu, elzem, gerekli.
Kendi eliyle kendi eserlerini sadeleştiren bir yazar
Burada değinmek istediğim ikinci kitap, Halit Ziya'nın dil, edebiyat ve sanat üzerine yazdığı ve daha önce dört cilt halinde —1938, 1939, 1955 ve 1963 yıllarında— yayımlanan 151 yazısını bin küsür sayfalık tek bir ciltte toplayan ‘Sanata Dair’. Her ne kadar yazıların tek tek künyelerinin verilmemiş olması art zamanlı bir okuma yapılarak zaman içinde meydana gelen değişimleri takip etme imkânını ortadan kaldırsa da, kitap bir bütün olarak Türkçenin ve Türkiye'de üretilen edebiyatın 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki serüveni açısından çok değerli bir kaynak. Üstelik bugün anlaşılma ihtimali düşük sözcüklerin karşılıkları köşeli parantez içinde verildiğinden, geniş bir okuyucu kitlesini kucaklamaya da aday. Bu önemli, zira Halit Ziya üzerine kafa yoran herkesin dikkate almasında yarar olan bir gerçeği hatırlatıyor: Bir yazarın yeni bir üslubu benimsemesi ya da ölümünün üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra eserlerinin ortalama okur için daha erişilebilir baskılarının yapılması anlaşılabilir, fakat bir yazarın, kendi elleriyle —hem de bir dilde üretilen modern romanın başlangıcı olarak kabul edilen— eserlerini sadeleştirmesi (alaturka ironi) bizzat romanı yazılmaya müsait bir durumdur.
Alfabe tartışması
Halit Ziya'nın pek de kişisel olmayan trajedisi bir yana, kitaptaki yazılar bir kültürün yarım asır boyunca nelerle boğuştuğunu gösteriyor. Örneğin dilin yazıda temsili, yani imla meselesi hep gündemde. Latin (Türk değil) harflerinin kabulüyle ortaya çıkan bir dizi pratik sorunun nasıl aşılmaya çalışıldığını görüyor; yeni alfabede niçin ‘q’ harfinin (‘w’ ve ‘x’ henüz gündemde değil) bulunması gerektiğini onun kaleminden okurken için için hayıflanıyoruz: Harflerle birlikte aslında bu toprakların sesleri de dışlanmış. Üstelik yalnızca imlaya değil; şive ve telaffuz sorunlarına, dille toplumsal statü ilişkisine dair de pek çok ipucu var yazılarda. Belli harfleri (mesela yukarıdakiler) telaffuz edebilenlerin belli işleri yapamadığı, belli sözcükleri belli bir şekilde telaffuz ede(meye)nlerin videolarının paylaşım rekorları kırdığı, ‘de’ ekini doğru yazabilmenin eş seçiminde kriter olduğu bir ülkede işte bunlar hep siyaset değil mi?
Şüphesiz ‘Sanata Dair'de bundan fazlası var. Edebiyatta üslup, çeviri, eğitim müfredatı ve Batılı edebiyatçılar hakkında yazılar; eleştiri yazıları; kavram (örneğin millî roman) tartışmaları vb. Ama belki hepsinden çarpıcı olanı, yazıların bütününe sinmiş ruh hali: yeninin yol açtığı sorunlarla boğuşurken eskiyi özleme ithamıyla karşı karşıya kalma korkusu; bir sonraki kuşağın bugünün dilini anlamayacağına yönelik (endişeli?) bir saptama; artık önünün alınamayacağı düşünülen bir değişimi (çaresizce?) kabulleniş. Öyle ki, sözlüğü açıp bilinmeyen sözcükler avlayarak özerk bir edebiyat dili oluşturmaya çalışan bir kuşağın temsilcisi, dilin üslupla ilgisi olmayan bir moda olduğunu yazacak kadar ileri gidebiliyor.
‘Ermeni Edebiyatı Numuneleri’
Şimdi bu iki kitabı birbirine bağlayıp bir durum muhasebesi yapalım: 1) Elimizde sözcüğün gerçek anlamıyla trajik bir yazar var. Âşık olduğunu söylediği dil o kadar ciddi bir dönüşüm geçiriyor ki eski üslubunu yadsıması yetmemiş, kendi eserlerini ‘sadeleştirerek’ bu dönüşümün başat faillerinden biri olmuş. Yani âşık olduğu bir dil var ama sığınabileceği bir dil yok. 2) Modern Türk ve Ermeni edebiyatlarının belki de birbirine en çok yaklaştığı dönem Servet-i Fünûn dönemidir. İster karma eğitim kurumlarının ister bir edebiyat piyasasının isterse yeni, kozmopolit, liberal bir sınıf ve ittifakın ortaya çıkışıyla ilişkilendirelim, bu yakınlaşma 1913-14 (1915'ten 1 yıl önce) yıllarında Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanan ‘Ermeni Edebiyatı Numuneleri’yle doruk noktasına ulaşır. (‘Köksüzlük’, ‘kozmopolitlik’ ve ‘yabancılık’ ithamlarını bu bağlamda da düşünmeli; Servet-i Fünûncular gayrimüslimlerle fazla içli dışlıdır.) O halde modern Osmanlı bireyinin hikâyesini bu kadar başarılı bir biçimde romana dönüştüren Halit Ziya'nın (Uysal haklıdır) dikkat çekici bir biçimde Ermenisizleştirilmiş terekesindeki, ne yaman bir çelişkidir? Modern Türk romanının babasının sığınacak bir dili olmadığı gibi, geçmişi de tehlikeli (gayrimillî) unsurlarla doludur. Duyguyu temsil eden dilin günbegün değişmesi yetmiyormuş gibi hatıralardan beslenen melankoli de yetersiz beslenmektedir. O halde şu sorular neden sorulmasın: Halit Ziya roman yazmayı neden bıraktı? Türk edebiyatı gerçekçi romana, gerçekçilikten epey uzaklaştığı bir noktada kavuşmuş olabilir mi?