Kıbrıs çıkarmasının 40. yılında birlikte yaşamak

Kıbrıs çıkarmasının 40. yıldönümü yaklaşırken Rana Şenol, nefret ve savaşın ardında duran bir arada yaşam hikayelerini Agos için yazdı.

RANA ŞENOL

Kuzey Kıbrıs’taki 2014 Orkide Yürüyüşü parkurunda, Girne Kozanköy – Karşıyaka dağ yolunda aniden yemyeşil çam ağaçlarının gölgesi altında bir Rum mezarlığı çıkmıştı karşımıza, uçuruma bakan… Uçurumun karşısındaki askeri bölgede Türk askeri talim atışı yapıyor, ürkütücü silah sesleri ara ara vadide yankılanıyordu. Mezarlığın durumu içler acısıydı. Haçları sökülmüş mezar taşları sanki antik bir kentin kalıntıları gibi kırık dökük vaziyette toprağa saçılmıştı. Birilerinin sevdiklerinin yattığı bir mezarlığı darp eden nefretten arda kalan bu görüntü beni derinden sarstı. Neler yaşanmıştı ki bu coğrafyada, insanlar birbirlerinin ölüsüne bile saygı duyamaz hale gelmişti? Oysa Kıbrıslı tanıdıklardan hep eskiden bir arada ne de güzel yaşadıklarının hikâyelerini dinlerdim.

Örneğin, çocukluğu savaşlardan önce karma bir köyde geçen akademisyen Bekir Azgın: “Bizim köydeki geleneğe göre, bayram günleri, Türklerin acil işleri Rumlar tarafından yapılırdı. Paskalyada da tersi olurdu. Bayramda çobanların sürülerini Rumlar güderdi. Rençberlerin sulama veya buna benzer işleri varsa Rumlar tarafından yapılırdı. Akşamları da birlikte yenilirdi.”

Küçük bir çocukken annesinin, komşuları Tallu ile köyün yakınlarındaki bir yıkıntıya giderek gizlice mum yaktığını da hatırlıyor Bekir Azgın: “Biri Müslüman, biri Ortodoks Hristiyan olan iki kadın nasıl olur da aynı yerde, üstelik de Katolik bir azizeden bir lütuf bekleyebilirlerdi? Öyle anlaşılıyor ki iç içe yaşayan ve benzer sıkıntılarla karşı karşıya olan insanlar, kendileri için ortak bir tapınak imâl edebiliyorlarmış.”

Eski köyün futbol takımı

Yine Bekir Azgın’dan, Vaso, Filippo ve kunduracı Stili’nin hikâyesi: “Okuma yazmayı yeni yeni sökmeye başlamıştım. Bir akşam babam ‘Vaso, İngilizce ders vermeye başlayacak.’ dedi ‘Haftada bir-iki akşam Rum ilkokuluna gidecen. Ne den?’… Vaso, köyümüzün papazının oğluydu ve Rum ilkokuluna öğretmen atanmıştı. Belli ki adam köy gençliğine yararlı bir şeyler vermek niyetindeydi... Filippo, kunduracı Stilli’nin oğluydu ve babasının yanında çalışıyordu. Okula gide gele arkadaş olduk… Filippo, 1974 olaylarından sonra Avustralya’ya göç etti. Kıbrıs’a tatile geldiği zamanlarda bir yolunu bulur, bana ulaşırdı… Bir defasında bana babasının hasta olduğunu ve beni görmek istediği haberini uçurmuştu. Ne var ki o günlerde aklına estiği zaman Rum tarafına geçemiyordun. Bir vesileyle Güney’e geçtiğim bir gün beni köye götürmesi için İbrahim’e rica ettim ve Stilli’yi ziyarete gittik... Beni görünce gözleri açıldı ve kalkar gibi yaptı ama kalkamadı. Hoş beşten sonra tam karşısındaki büyük fotoğrafı göstererek şöyle dedi: ‘Bu manzaraya bir daha şahit olayım da Allah canımı alsın.’ Gösterdiği, eski bir köy futbol takımının fotoğrafıydı… Gözlerinden yaşlar akarak ‘Köylülerimi görmek istiyorum’ dedi. Bu onu son görüşümdü. Bir süre sonra ölüm haberi geldi. Köylülerini göremeden gitti.”[1]

'Bu kuş olsa olsa Kıbrıslıdır'

Gülfidan Erhürman (şair): “Bizde çok anlatılan bir fıkra var kimliğimizle ilgili. Kuşun biri durmadan kilisenin mihrabına pislermiş, papaz da kimliğini şöyle saptamış: ‘Bu kuş Hristiyan olamaz’ demiş; ‘olsa kilisenin mihrabına pislemez. Müslüman da olamaz; olsa kiliseye girmez. Bu kuş olsa olsa Kıbrıslıdır.’ 63’ten önce böyleydi Kıbrıslının tanımı işte; dini, dili karmaşık... Benim ırkla milletle tanışmam 6 yaşımda oldu. Köyde tatildeyken bir gün nenemle dolaşırken bir kadın ona Türkçe konuştu inanılmaz güzel bir aksanla. Neneme dönüp şaşkınlıkla sordum; çünkü nenemle dedem kendimi bildiğim günden beri o köyde yaşayan tek Türk aileydi ve ben ilk kez o Rum köyünde Türkçe bir konuşma duymuştum... ‘Yok’ dedi nenem ‘Türk değil o, Ermeni. İstanbul göçmeni.’ Nenemin yüzüne tuhafça baktım; kadın bana göre Türktü işte. Nenemin dedemin bozuk aksanlı Türkçesinden de bin kat iyiydi Türkçesi; onlar sıkıştıkça Rumca konuşuyorlardı. Ve kadının konuşması Türkçe şarkılardaki gibiydi, üstelik çok güzel de bir melodisi vardı. Ermeni ne demekti ki? O yaşta dünya benim için Rumdan, Türkten ve İngilizden ibaretti; Ermeniyi kesmiyordu aklım, hele göçmeni hiç. Bizim ailede ırktan milletten ziyade insanların iyisi kötüsü konuşulurdu hep. Kimseye de ters bakılmazdı. Mahallemizde çingeneler yaşardı ve çok iyi arkadaşlarım vardı onların içinde de. Rum kadınlar vardı adını değişip Türk erkeklerle evlenen. Annem Rum hastanesinde Rumlarla çalıştığından Türkten fazla Rum arkadaşı vardı. Benim arkadaşlarım da oldu sonradan, hatta 63’ten sonra bile. Hiç ciddiye almıyordum savaşı. Nenem dedem devamlı Leymosun (Limasol) TMT’si tarafından ikaz edilirlerdi: ‘Şu çocuğu karşı Rum komşudan vazgeçirin, başınız belaya girecek sonra casus diye!’ 63 savaşında köyümü kaybettim. Ama ne kadar kavga etsek de kültürümüzden bir şey kaybetmedik bana göre. Nenemle dedem Platres’ten Leymosun’a göçtüğünden sık sık gittiğim Leymosun’u da, 1974’te kaybettim. En kötü çözülmeyi de o zaman yaşadık sanırım. Her şeyden koptuk çünkü, herkes kökünden söküldü, başka yerlere ekildi; dolayısıyla yaşadığımız yerle hatıralarımızı, komşularımızı ve neticede de samimiyetimizi, özümüzü, özgürlüğümüzü kaybettik. Çok ciddi bir savaştı ve kötülük kol gezdi tüm adada; ne Türk bıraktı ne Rum, ne de diğerlerini... Herkes bir taraf olmak, bir tarafı seçmek zorunda kaldı. Nenem ve dedem Leymosun’da kalıp orada öldüler mesela ve biz onları gömemedik bile. Ansızın ülkenin yarısını kaybettiğimiz yetmedi, çoğu yer de yasaklandı bize, biz farkına varamadan. Plajlar, okullar askeri bölge oldu. Yetmedi, kendi dilimizdeki insanlarla anlaşamaz olduk. Ada kültürüyle bağdaşmayan, bizi tanımayan, anlamayan insanlar bulduk karşımızda kendi milletimizden olan. Bizim dilimizi konuşan, ‘Sizi biz kurtardık’ diyerek haksız taleplerde bulunan, bizi aşağılayan... Herkesin hayatı yağmalandı, 40 senelik hatıralar tükendi; birbirlerini öldürenler cezalandırılmadı. Her şey tutanın elinde kaldığından da emeksiz, ganimet bir hayat kaldı geriye. Bir de kimliğiyle özünü kaybeden bir toplum... Kendine bakmaya değil bakılmaya alıştırılan. İç savaşlar ne hâlse insanın özünü bozmuyor; dış müdahaleler bozuyor insan hayatını en çok. Ve kökünden sökülmek kadar da kötüsü yok. 1974 çıkarması bize bunu yaşattı. Bir başka iklimde, havasına suyuna alışmadan ne kadar tutunabilir ki hayata insan? Tekrar başlayan her şey maziden kopuksa, insan ne kadar eski hâline veya  özüne dönebilir ki?”

Çocuklara bu mirası mı bırakacağız?

Sevgül Uludağ (gazeteci): “Ermu Caddesi bir zamanlar çok renkli bir yerdi – dükkan sahipleri Kıbrıslıtürkler, Kıbrıslırumlar, Kıbrıslıermeniler’di ve birlikte uyum içinde çalışıyorlar, çokkültürlü bir toplum olan Kıbrıslılar’a hizmet ediyorlardı… Ablam Ermu Caddesi’nde büyümüştü… Lena’yı, Hristalla’yı, Andrulla’yı hatırlıyor… Babam henüz ikiye ayrılmamış olan Lefkoşa Belediyesi’nde kâtipti… Gerçekten neler kaybetmiş olduğumuzu oturup düşünmeliyiz ciddi ciddi… Tüm zenginliği ve tüm işbirliğiyle çokkültürlü bir yaşamı kaybettik... Ayrı ayrı yaşıyoruz, barikatlar geçişlere açık olsa da, iki tarafın liderliği gerçek bir işbirliği ve de bir barış kültürü kurmak için toplumlarımızı kesinlikle teşvik etmiyor. Geçmişte insanlarımızın nasıl yaşamış olduğunu, bu çokkültürlü yaşamın adım adım nasıl yok edilmiş olduğunu düşünmeliyiz ancak aynı zamanda geleceği de düşünmeliyiz: Çocuklarımız için ne tür bir Kıbrıs yarattık? Bu dünyadan ayrılırken onlara bırakacağımız miras bu mudur?”[2]

1974 Kıbrıs çıkarmasının yarattığı bölünmüşlüğün 40. yılında insan sormadan, sorgulamadan edemiyor işte...



[1] “Başka bir dünyadan anılar – 27”, Havadis, 15 Haziran 2014

[2] “Lefkoşa’daki çokkültürlü yaşamdan hatıralar – 3”, Yenidüzen, 3 Eylül 2013

 

Kategoriler

Güncel Gündem