İşletme maliyetine bağışlanmış işçi yaşamı

'Çalışma ve Toplum' Dergisi yayın yönetmeni Murat Özveri, 21. yüzyıl Türkiye'sinde sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri agos.com.tr için yazdı.

5 bin 800 cam işçisi, Şişecam'ın Türkiye genelindeki 10 fabrikasında 19 Haziran’dan beri grevde. 

DR.MURAT ÖZVERİ
muratozverister@gmail.com

İşçi-işveren ilişkisi sanayi devrimi sonrası çalışma koşullarının ürünüdür. Bu koşulların dört temel noktasını sıraladığımızda işçi-işveren arasındaki sorunun kaynağı net görülmektedir.

Bir… Üretimin sürmesi için ücret karşılığında işgücünü satan birilerine gereksinim vardır. Sermayedar, adına “işçi” denilen bu kişileri, sanayi devrimi sonrası özgürlük verdiğini söyleyerek köyden kente getirmiştir.

İki… Bu işgücünü satan kişinin rızasının alınması gerekir. Çalışmanın kutsanması, iş etiği diye bir kavramın doğması ve kabul görmesi bu rızanın sağlanmasına dönük toplumsal baskıyı üretmiş, bireyin kabul görmesinin önkoşulu, “iş sahibi” olmasına bağlanmıştır.

Üç… Bu ilişkiyi meşrulaştıran ve yükümlülük haline getiren hukuki bir dayanak gerekmektedir. Sanayi devrimi sonrasında işçiyle, işgücünün alıcısı konumundaki işveren (sermayedar) arasındaki ilişkinin hukuki dayanağını sözleşme özgürlüğü ilkesi oluşturmuştur.

Dört… İşgücünü satanla işgücünü satın alanın arasına hiçkimse girmemeli, piyasa koşullarında alıcı ve satıcı çalışma koşullarını, çalışma karşılığı ödenecek ücreti özgürce belirlemelidir.

Böylece, çalışma ve seyahat özgürlüğü gerekçesiyle, köy ve lonca örgütlenmesinden bağımsızlaştırılmış, işgücünü pazara sunmaktan başka çaresi kalmamış, bu pazarda çalışmaması suçlu olarak görülmesine neden olan ve ancak bu pazarın-sanayinin yarattığı bir iş-meslek sahibi olursa birey olarak görülen işçi yaratılmıştır. İşçilerin mesleki birlikler kurarak örgütlenme haklarını kullanmaları ise o dönemde bireysel özgürlüklere aykırı bulunmuştur. İşçiler tarafından kurulan örgütler İngiltere, Almanya, Fransa örneklerinde görüldüğü gibi sözleşme özgürlüğünü korumak gerekçesiyle yasaklanmıştır.

İşçinin sermayedarın yarattığı pazarda çalışmama hakkını kullanmaya kalkması çalışma ahlakına aykırı bulunarak onun dışlanma nedeni olmuştur. Bu işçinin önünde tek seçenek vardır; sermayenin rekabet gücünü azaltmadan onun belirlediği koşullarda çalışmak. Sermayenin belirlediği çalışma koşulları ise işçiler için tam bir sefaletle sonuçlanmıştır.

19. yüzyılın çalışma koşullarının özeti olan bu saptamalar 21. yüzyılın Türkiyesi’ndeki çalışma koşullarıyla birebir örtüşmektedir.

Bugün de ülkenin hukukunu, 19. yüzyıl Avrupası’nda olduğu gibi ucuz işçilik üzerinden rekabet üstünlüğü sağlamaya dönük ekonomik politikalar şekillendirmektedir. “Rekabet için vazgeçilmeyecek hiçbir şey yoktur” anlayışı normalleştirilmiştir. Rekabet şansını yitirmek, sermaye birikim sürecinin tıkanması anlamına gelmektedir. Bu sürecin tıkanmaması için, “işçilerin iş cinayetlerine kurban gitmesi” sermaye ve devlet açısından sadece katlanılması gereken istenilmeyen bir durumdur.

Bugün ülkemizde 19. yüzyıldan farklı olarak işverenin yönetim hakkını sınırlandıran iş yasası, iş sağlığı güvenliği yasası gibi yasalar vardır. Ancak bunlar hem işçiyi korumak için yetersiz hem de işverenleri bu yasalara uymaya zorlayacak etkin yaptırımlardan ve denetim mekanizmasından yoksundur.

Evet sendikal örgütlenme açıkça yasaklanmamıştır. Ancak işçiler yasanın izin verdiği sınırda bile örgütlenme ve hak arama çabasında daima karşısında sermayeye arka çıkan siyasal iktidarları bulmuştur. Bunun son örneği “milli güvenlik”-“genel sağlık” gerekçesiyle fiilen yasaklanan Şişecam işçisinin grevidir.

Bunun yanında işçiler ancak yasa yoluyla, işveren veya devlet izin vermedikçe etkili bir güç olacak şekilde örgütlenmesi olanaksız sendikalara mahkum edilmiştir. Bu sendikalar işçiye yabancılaşmış, kendilerini yasal sınırlara hapsetmiş, risk almaktan korkan, işçi hareketini kontrol edip kötünün iyisi çalışma koşulu sağlamayı başarı gören örgütlere dönüşmüştür.

İşçinin iş cinayetine kurban gitmesini engelleyecek geriye sadece felaket sonrası işverenin ödemek zorunda kalacağı tazminatın işverene getirdiği yükün caydırıcılığı kalmaktadır. Böyle bir caydırıcılıktan söz edebilmek için “iş kazası” sonrası işverenin ödediği tutarın kaza olmaması için aldığı önlemlerin maliyetini aşması şarttır. Yaşamın içerisinde ise tam tersi olmakta, işverenin önlem almayarak kurtulduğu maliyet, iş kazası olduğunda ödediğinden kat kat fazladır.

Diğer yandan tazminat hukukumuz “kusur” esasını benimsemiştir. İş kazası sonrası bir dava ortalama üç yılda sonuçlanabilmekte, uzayan davalar nedeniyle birçok işçi, işverenin önerdiği miktara evet demek zorunda kalmaktadır. Ayrıca işveren iş kazası sigortası yoluyla tazminat yükünden sigorta sistemi sayesinde önemli ölçüde kurtulabilmektedir.

Anayasasında sosyal hukuk devleti yazan devletin sorumluluğu ise hukuken açık olmasına karşın, burada da işlemeyen hukuk bir başka engeldir.

Geriye yine sorunun sahiplerinin, hukukuna, sendikasına, kamu kurumlarına, yönetim geleneklerine, hak arama kabullerine itiraz ederek yeni bir uzlaşma yaratmalarından başka seçenek kalmamaktadır. 

*'Çalışma ve Toplum' Dergisi yayın yönetmeni

Kategoriler

Güncel Yaşam