Az düşünüp çok üreten sanatçılar

Vasıf Kortun ve Erden Kosova’nın, 2004 yılında, 1990’lı yıllardaki Türkiye’nin güncel sanat ortamı üzerine yaptıkları yazışmalar, ‘Ofsayt ama Gol!’ başlığı altında kitaplaştırıldı. ikilinin 1990’lı yıllardaki güncel sanat üretimine dair ilgili gözlemlerini ve analizlerini içeren kitabı Vasıf Kortun’la konuştuk.

TUĞBA ESEN
ztugbaesen@gmail.com

Vasıf Kortun ve Erden Kosova’nın, 2004 yılında, 1990’lı yıllardaki Türkiye’nin güncel sanat ortamı üzerine yaptıkları yazışmalar, ‘Ofsayt ama Gol!’ başlığı altında kitaplaştırıldı. SALT’ın e-yayın olarak paylaşıma açtığı kitap, ikilinin 1990’lı yıllardaki güncel sanat üretimine dair ilgili gözlemlerini ve analizlerini içeriyor. 1992’de ve 2005’te İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü yapan, Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi’ni kuran ve halen SALT Araştırma ve Programlar Direktörü olan Vasıf Kortun’la, ‘Ofsayt ama Gol!’ üzerine konuştuk. Kortun, 90’lardan farklı olarak, günümüzde sanatçıların konuşmak, tartışmak, düşünmekten çok üretime ağırlık verdiklerini söylüyor; ‘evet kuşağı sanatçıları’ olarak nitelediği genç kuşak sanatçıların, kendilerine sunulan her sergi teklifini sorgulamadan kabul eder hale geldiğinden bahsediyor.

  • Erden Kosova’yla yaptığınız yazışmalarda, 1990’lı yıllarda militarizm, resmi ideolojinin dışlayıcı uygulamaları, polis şiddeti, etnik ve dinsel ayrımcılık, insan hakları ihlalleri ve kadınlar üzerindeki ataerkil baskılar gibi konuları eleştirel bir biçimde ve cesurca ele almaktan çekinmeyen bir sanat ortamından bahsediyorsunuz. Neydi sanatçıları buna iten koşullar?

Bunun bir sürü sebebi var; sosyolojik koşullar, sanatçıların nereden geldikleri, kimlerle birlikte okudukları, nasıl işler yaptıkları, tarihe bakışları, İstanbul bienallerinin etkisi... O yıllarda Türkiye’nin politik koşulları sertti, bir savaş ortamı vardı. Bir yandan da siyasi erkin ilgilenmediği ya da ciddiye almadığı bir alandı sanat. Sanatçılar bu pratiği daha korunaklı bir ortamda sürdürüyorlardı.

  • Sanatçılar bu politik ve eleştirel işleri yaparken büyük bir risk almış olmuyorlar mıydı?

Bugün sanat ortamı devlet tarafından izleniyor, takip ediliyor. O yıllardaki durum, bugünle karşılaştırılamaz bile. Tabii, bazı müdahaleler de oldu. Örneğin, ‘Tabularla Dans II’ (1997) projesinde, Türkiye Cumhuriyeti tarafından basılan kimliğin aşağılaması suçlamasıyla, Halil Altındere hakkında Meclis soruşturması açıldı. Bazı gazetelerin saldırgan yaklaşımları oldu.

Halil Altındere, 1998, My Mother Likes Pop Art, Because Pop Art is Colorful

  • Türkiye’de, kavramsal sanatın yaygınlaşması 90’larda mı hız kazandı?

Çok daha eski örnekleri var; 1960’ların sonuna kadar uzatılabilir. Fakat bu tarz örnekler ve tarihler daha önce çok da kale alınmamış. Türkiye’nin sanat tarihi, resim ya da Batılılaşma serüveni üzerinden anlatılır. Bundan farklı bir tarih yazımını henüz görmedik. Kitapta sözü geçen sanatçıların yaptığı da kavramsallaştırma değil zaten. Güncel politik durumla daha çok ilgililer. Ve bence, Türkiye’de üretilen siyasi karikatürden, mizah dergilerinden enerji alıyorlar. Malzemeyi kullanırken rahat davranıyorlar, bir tür aciliyet duygusuyla hareket ediyorlar. Hiçbirinin atölyesi yok. Çok dinamik ve genç; geçmişteki sanat ortamından farklı olarak çeşitli etnik kökenleri barındıran; ‘İstanbullu iyi sanatçı’ modeliyle uyuşmayan bir kuşak... Çok konuşuyor, çok tartışıyor ama az yapıt üretiyorlar. Asıl güzelliği de buradaydı. Bu, mitleştirilecek bir dönem değil fakat hepimiz özlüyoruz.

  • Hem Erden Kosova’nın, hem de sizin bu dönemi özlediğiniz, yazışmalarınızdan da anlaşılıyor...

2004’te de özlüyorduk. Ben cemaat temelli bir ortamdan, kamu temelli bir yapıya geçtim, Platform’u kurarak. Bundan kaynaklanan bazı kayıplar var. 20 sanatçıyla, 2000 kitabın bulunduğu küçücük bir odada çalışmak ile, pratiğine kamu önünde devam etmek arasında farklar var. Aynı yakınlık kurulamıyor. Bizim bu söyleşiyi yaptığımız 2004 yılında, özellikle Almanya, Hollanda gibi Batı Avrupa ülkelerinin ilgi ve merakı Türkiye’deki yeni sanat ortamına yönelmişti. Avrupa Birliği’yle müzakere sürecinde sağlanan mali fonlarla bir rahatlama oldu. Bütün bunlarla birlikte o nüve dağıldı. Az üretip çok konuşan, çok düşünen ve tartışan bir sanat ortamından, çok daha fazla iş yapan ama az konuşan bir sanat ortamına geçtik.

  • 2004 yılında Erden Kosova’yla yaptığınız yazışmalarda, “Şu anda yaşanan, bir ‘genişletilmiş taşralılık’tır” diyorsunuz. Bu durum, bugün hâlâ geçerli mi?

Türkiye çok büyük bir ülke. 20. yüzyılın belirgin ve aşılmaz sınırlarında, ulus devlet hikâyesinin peşinde, kendi yağında kavruluyor, çok uzun yıllar boyunca. Kendi anlatılarıyla boğulmuş durumda. Bugün bile öyle; Türkiye’nin günlük hikâyeleri bizi boğuyor. Dünyada ne olduğuyla ilgimiz yok. Diğer taraftan, geçmişe oranla, 20. yüzyılın filtreleri de çok kuvvetli. Bu filtrelemeleri öncelikle erken cumhuriyet dönemi iktidarı yapıyor; “Bu uygun”, “O uygun değil” ya da “Batılılık şudur, bu değildir” diyor. Bu durumun içinde yaratılmış bir sanatsal ve kültürel ortam var. Son 15 yıldır, kendi varoluşumuzu herhangi bir şekilde müzakereye ve değişikliğe açmadan, uluslararası ortamlara dahil olmaya çalışıyoruz.

  • 1990’lardan sonra gelen, sizin deyişinizle ‘evet kuşağı sanatçıları’, güncel sanat ortamında hâlâ çoğunlukta mı?

Evet. Türkiye’ye özgü bir durum değil bu, bütün dünyada böyle. Eski kuşak kavramsal sanatçıların, kendilerini sergilere davet eden küratörlerle, sanat tarihçileriyle çok daha farklı ilişkileri vardı. Onlar kendi kaderlerini ellerinde tutmaya çalışıyorlardı. 1990’lı yıllardan itibaren ise, sanatçılar, kendilerine gelen sergi tekliflerini sorgulamadan kabul etmeye başladılar. Özellikle de yurtdışından gelen teklifleri... Önce kabul edip, sonra müzakere eder oldular.


Kötü çocuklar, kırılgan kızlar

Vasıf Kortun ve Erden Kosova, 1990’lı yıllardaki Türkiye güncel sanat ortamı üzerine yazışmaya, ‘Jahresring’ adlı sanat kitapları dizisinin yayımcısından gelen teklifle başlamış. 1990’lı yıllarının sosyopolitik ortamını da göz önünde bulundurarak, yenilikçi tavırlarıyla Türkiye güncel sanatının omurgasını oluşturan, güçlü söylemleriyle dünyada da ses getiren isimlerin sanatsal üretimlerini masaya yatırmışlar. 2004’te ‘Jahresring’ dizisinin 51. kitabı olarak Almanca yayımlanan yazışmalar, Doğu’nun ataerkil yapısını ve ayrımcılığını lehlerine çevirerek, babalık taslayanların tutunamadığı güncel sanat ortamının omurgasını oluşturan ‘anneler’i; hâlâ aileleriyle birlikte yaşayan, eleştirel ve ironik ‘kötü çocuklar’ı ve ‘kırılgan kızlar’ı; ortak bir zeminde, benzer duygularla hareket eden ‘Diyarbakır çevresi’nin sanatsal üretimlerinden renkli örnekler sunuyor. ‘Ofsayt ama Gol!’ Türkiye’nin, bugüne dek resim ve Batılılaşma süreci üzerinden anlatılmış olan sanat tarihine, alternatif bir bakış açısı sunuyor.

SALT’ın internet sitesi üzerinde, ücretsiz olarak ulaşılabilecek olan ‘Ofsayt ama Gol!’den bazı başlıklar:

* Hale Tenger’in 3. İstanbul Bienali’nde sergilenen, ülkenin doğusunda ordu ve PKK arasındaki savaşın tüm gerçekliğini ortaya koyan ‘Böyle Tanıdıklarım Var II’ yerleştirmesi ile hapsinin istenmesi;

* Halil Altındere’nin nüfus cüzdanını kullanarak yaptığı ‘Tabularla Dans II’ işinin ardından, Türkiye Cumhuriyeti tarafından basılan kimliği aşağıladığı gerekçesiyle Meclis soruşturmasına maruz kalması;

* Gülsün Karamustafa’nın kırdan kente göçlerin ortaya çıkardığı melez, arabesk kültürler üzerine çalışmaları;

* 90’ larda bazı sanatçıların toplumsal cinsiyet meselelerini yapıtlarında ele alış biçimleri;

* Taksim Meydanı ve İstiklal Caddesi ile Türkiye’de bitmek bilmeyen kamusal alan sorunsalı.

Kategoriler

Kültür Sanat Sergi

Etiketler

SALT Sanat sanatçı