Yetvart Danzikyan yazdı: Başlıkta devletin taassubundan bahsettik. Nedir o? Çok kabaca tarif edersek, bilhassa 12 Eylülcülerin zihniyetinde tüm berraklığıyla gördüğümüz bir güvenlik paranoyası, ama asli olarak toplumu ‘siyaset’ten arındırma takıntısıdır.
YETVART DANZİKYAN
Türkiye’de yaşıyorsanız ve bir yerinden şu yazı/çizi işine bulaştıysanız hayatınız boyunca aynı yazıyı yazmak zorunda kalabilirsiniz. Bilhassa belli konularda. 1 Mayıs da işte bunlardan biri. Tamam, AKP, 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan etti ve 3 yıl boyunca Taksim’de kutlanmasına ses çıkarmadı. Ama ‘devlet’d dediğimiz kurumun tüm ceberrutluğunu ve boğuculuğunu belli alanlarda devralan AKP’nin burada da klasik şablona dönmesi uzun sürmedi. Fakat tabii zaman değiştiği için gerekçeler de değişiyor. Doğrusu neyin değiştiği, ama daha da önemlisi neyin değişmediği üzerine biraz kafa yormaya değer bir konu bu.
Başlıkta devletin taassubundan bahsettik. Nedir o? Çok kabaca tarif edersek, bilhassa 12 Eylülcülerin zihniyetinde tüm berraklığıyla gördüğümüz bir güvenlik paranoyası, ama asli olarak toplumu ‘siyaset’ten arındırma takıntısıdır. Toplum tamam, elbette ki seçimden seçime oy vermeli, milli irade tecelli etmelidir ama aslında ‘siyasallaşmamalıdır’ ve iktidar sahipleri en gür sesleriyle her şeyin doğrusunu halka anlatmalıdır. (Otoritenin ta o zamanlarda da şuna buna ‘siyaset yapmayın’ demesini hatırlayın.) 12 Eylül’ün zihinsel düzeyde yapmaya çalıştığı biraz da buydu. Ve bunun bir adım ötesi de ‘mekânların siyasetten temizlenmesiydi. Çünkü toplumsal ve siyasal alanda mekân hayatın bir parçasıdır ve yaşananla, tarihle bir bütünlüğü ifade eder. Yani tarih, hafıza aslında mekân olmadan olmaz. Fail için de mağdur için de mekân bu yüzden önemlidir. İktidar olarak onu o büyük gerçeklikten çekip kopardığınızda, hayli kritik bir hamle yapmış olursunuz. Dolayısıyla üçüncü ayağa geliyoruz. ‘Zaman’a. Bu zihniyette zaman yani hafıza da siyasetten temizlenmelidir. Tam bir arınma böyle sağlanabilir ancak.
Bu zihniyetin hakim olduğu yıllar boyunca, işte tam da bu ‘arındırma’ işlemine direnenler 1 Mayıs’ı tekrar Taksim’de kutlamak için mücadele ettiler. Ve bu epey zorlu geçen direniş sonucunda alanı tekrar kazandılar. Böylece ‘mekân’ı ve ‘zaman’ı da kazanmış oluyorlardı ki aynı bir insan gibi, bir toplum için de çok önemlidir. Gerçeği (kendi hatalarını da bir daha düşünerek) ancak böylece tekrar kurabilir.
Peki, 12 Eylül zihniyeti niye bu kadar direnmişti? Direnmişti, çünkü silmeye çalıştıkları şey, 12 Eylül öncesinde, toplumun siyasallaşması, devletin/otoritenin çizdiği çerçevenin dışına çıkması idi. Bir balta ile keser gibi bunu kesmişlerdi ve dipte bir yerde en küçük bir filizin bile yeşermesine tahammülleri yoktu. Ve mazallah 1 Mayıs yine Taksim’de kutlanacak olursa bütün o ‘arındırma’ çabaları boşa gidebilirdi. Taksim zamandan ve mekândan koparılmalıydı.
Bunu bilmek ya da meseleye bir de böyle bakmak, şu günlerde yaşadığımızı anlamlandırmayı da kolaylaştırabilir. Dolayısıyla artık bugüne gelebiliriz. AKP yazının başında da hatırlattığım gibi o dönemki genel politika içersinde o adımları attı. Ancak buradan geri dönmesi uzun sürmedi. Şurası önemli: Bu geri dönüş iki aşamada oldu. Ki bilhassa ikinci aşamada en azından zihniyet olarak olarak 12 Eylül ile nasıl buluştuklarını da göreceğiz. Ama önce ilk aşama.
Geçen yıl da o şedit ve gaz bulutlu 1 Mayıs’ta yazdığım gibi (‘Derin devletle değil, otoriter kapitalizmle’, Agos, 2 Mayıs 2013) masada ilk aşamada Taksim’i süregiden kentsel dönüşüm planları çerçevesinde siyasetten, hayattan kurtarıp daha steril bir hale getirmek ve ucuna da bir AVM kondurmak vardı. Bu plan tek başına, başıboş bir plan değildi elbette. Olan biteni Tarlabaşı ve benzer semtlerdeki ‘doku değiştirme’ operasyonları ile birlikte düşündüğümüzde tablo daha net ortaya çıkıyordu. AKP düzensiz, kontrol edemediği, dünya görüşlerinden, yaşayış tarzlarından hazzetmediği toplulukları kentin belli yerlerinden sürüyor, ya da etkisizleştiriyor, buraları steril ve hayalindeki yeni AKP toplumunun rahatça yaşayabileceği, onların olacak mekanlar haline getirmek istiyordu. Dolayısıyla yine bir mekan ve zaman operasyonuna girişmek şarttı. İstanbul’dan ve hayattan kopuk o beton çölü, öyle de görebiliriz.
Zaten Gezi Parkı’na kışla şeklinde AVM kondurma işi de bu planın bir ayağıydı. Ve aynı zamanda yukarıda bahsettiğim birinci aşama ile ikinci aşama arasındak kırılma noktasıydı. Çünkü Gezi direnişi ile birlikte yukarıda bahsettiğim 12 Eylül zihniyetiyle o büyük otoriter buluşma gerçekleşti. Şöyle ki: Gezi Direnişi’nin kendisini değil, (bu konuda çok şey yazıldı zaten) devleti/otoriteyi temsil eden AKP’de yarattığı tahribatı, etkiyi düşünebiliriz burada. Ve şunu akılda tutabiliriz: Türkiye’de cari devlet, hele ki otoriter ve topluma neyin doğru olduğunu söyleme geleneğinden geliyorsa, toplumun genişçe bir kesiminin siyasallaşmasını, siyasal alana müdahale etmesini, bir özne haline gelmesini, alternatif, kontrol edemediği bir alan, en önemlisi özerk bir ‘söz’ (1) kurmasını istemez. Bundan hazzetmez. Açık konuşalım: bundan nefret eder. Daha da açık konuşalım: delice bir hınç duyar.
12 Eylül yönetiminin solla kıyaslanmayacak biçimde de olsa sağ’ı da ezmesine böyle de bakılabilir. Yani hadi solu anladık siz kim oluyorsunuz da kendinizi bir ‘özne’ gibi görüyorsunuz, devletin yanında bile olsa ayrı bir ajandaya sahip oluyorsunuz gibi. 12 Eylül aslen böylesi bir hışımla toplumun üzerine gitti. 1980 öncesindeki o büyük siyasallaşma, toplumun kendini bir ‘özne’ olarak görmesi devleti çok sinirlendirmişti. Taksim’in o yüzden korunması, kollanması gerekiyordu. O günler bir daha kimsenin hatırına gelmemeliydi, o günlerin yakınından bile geçilmemeliydi.
Gezi direnişinin de AKP üzerinde benzer bir etki yarattığını söyleyebiliriz. Erdoğan’ın muhafazakar, sağ zihniyetinde bunun ne kadar büyük bir travma yarattağını her gün yeni örnekleriyle bir kez daha görüyoruz zaten. Bu siyasi çizgi her ne kadar pragmatist bir çizgi olsa da devlet-toplum ilişkisi bahsinde klasik devletten çok da ayrı düşünmez. Toplum, devletin, otoritenin sözünden çıkmaması gereken bir çocuktur. Sokaklar tekinsizdir. Gençlik tekinsizdir. Hele ki sokakta hak aramak, büsbütün meseledir. Bir mesele varsa sandıkta halledilir.
Gezi direnişi işte tam da bu zihniyetin bam teline bastı. Ya da aşil topuğuna. En güçsüz oldukları yer burasıdır. Toplumun bir kesiminin kendi başına sokağa çıkması, ama asıl önemlisi devletin, otoritenin çizdiği çerçevenin dışına çıkması, kendi ‘söz’ünü kurmasıdır onları kızdıran. Ya da yine açık konuşalım: hınçlanmalarına neden olan.
Bunun içindir ki bu gösterilere aynı İçişleri Bakanlığı’nın Gezi raporundaki gibi ‘devlete karşı güç gösterisi’ derler. Bu dili bir yerlerden hatırlamadınız mı? Evet, tam da oradan, 1980’lerden. ‘Devlete meydan okudular’ derdi onlar da. Hayatın sonudur onlar için. Kıyamettir, toplumun, daha doğrusu gençliğin siyasallaşması, bir ‘özne’ haline gelmesi, ya da kendini öyle görmesi.
İşte tam da bu yüzden AKP bir kez daha Taksim’i zamandan ve makandan arındırma işine giriyor. Bu kez Gezi’yi silmek istiyor hafızalardan, zamandan, mekandan.
Taksim ısrarı, işte bunun ısrarıdır. Daha 11 ay önce olan bir siyasallaşmayı hafızalardan silme hamlesine karşı bir itirazdır ve ısrardır. Ve öyle tahmin ediyorum ki uzun vadede bu ısrar kazanacaktır. İnsanlar hafızalarını talep edebilirler çünkü. Bu onların en meşru hakkıdır.
(1)-’Söz’ konusunda iki benzerlik. Duvar yazılarının yaygınlaştığı ve siyasallaştığı iki dönem düşünürsek biri 12 Eylül öncesi, diğer de Gezi dönemidir herhalde. Başlıbaşına bir makale konusu olacağından, burada maalesef kısa geçeceğim. Bu bir tesadüf değil. Yazıda da bahsettiğim, ‘söz’ün siyasetin taşlaşmış yapılarından koparılıp, ters yüz edilip, sokağın dolaşımına girmesidir. Yani ‘söz’ün tekelinin iktidardan alınmasıdır.