Suriye’de iç savaşın başlamasının ardından yüz binlerce insan sınırı geçerek Türkiye’ye sığındı ve hayatta kalma mücadelesi veriyor. Gazeteci Serdar Korucu ve fotoğrafçı Kerem Yücel, geçen yaz Hatay’daki Suriyeli mültecilerin hayat hikâyelerini dinledi ve fotoğrafladı. Suriyelilerin öykülerini, 15 Mart’ta Cezayir Restoran’da ‘Misafir’ başlığıyla sergilemeye hazırlanan Korucu ve Yücel’den, Hatay’da devam eden yaşam mücadelesini dinledik.
EMRE ERTANİ
emreertani@agos.com.tr
Suriye’de iç savaşın başlamasının ardından yüz binlerce insan sınırı geçerek Türkiye’ye sığındı ve hayatta kalma mücadelesi veriyor. Gazeteci Serdar Korucu ve fotoğrafçı Kerem Yücel, geçen yaz Hatay’daki Suriyeli mültecilerin hayat hikâyelerini dinledi ve fotoğrafladı. Suriyelilerin öykülerini, 15 Mart’ta Cezayir Restoran’da ‘Misafir’ başlığıyla sergilemeye hazırlanan Korucu ve Yücel’den, Hatay’da devam eden yaşam mücadelesini dinledik.
-
Sergiye neden ‘misafir’ adını verdiniz?
Serdar Korucu |
Serdar Korucu: Tanım bizim değil, Türkiye’nin aslında. Ankara’nın 1951’de imzaladığı Cenevre Konvansiyonu’na koyduğu sınırlama nedeniyle, sadece Avrupa’dan gelenler ‘mülteci’ olarak tanımlanıyor. Suriyelilere bu nedenle ‘misafir’ deniyor. ‘Misafir’, içi doldurulmayan bir tanım. Hükümet böylece hiçbir hakkı vermek zorunda kalmıyor. Bu duruma dikkat çekmek istedik.
-
Bu meseleyle nasıl ilgilenmeye başladınız?
Kerem Yücel: Hayata Destek Derneği, Suriyelilerin Türkiye’ye gelmeye başladıkları anda onlara yardım etmeye başlamıştı. Ben de onları ziyaret ediyordum. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarının çalışanları ile birlikte sahada yer aldım. Sadece fotoğraf çekmedim, onlarla birlikte yaşadım. Mülteciler beni sivil toplum kuruluşu üyesi gibi gördükleri için, bana evlerini açmaktan çekinmediler. Ellerindeki bir dilim ekmeği bile paylaştılar.
SK- Sorun gazeteci olarak hepimizin ilgisini çekse de benim sahada yer almam biraz şans eseri oldu. Yıllık iznim sırasında önce Hatay’a gittim. Suriye’ye askeri müdahale olasılığını gündeme getiren, Ağustos ayındaki kimyasal saldırı yaşandığında oradaki mültecilerin yanındaydım. Sonrasında Kerem’le birlikte ‘Suriye Yerle Bir Olduktan Sonra’ adlı kitapta bu hikâyeleri topladık.
-
Hikâyeleri neye göre seçtiniz?
KY- Bazı aileler fotoğraf vermekten çekiniyor. “En iyi fotoğraf, çekilemeyen fotoğraftır” sözünün doğruluğunu kanıtlar nitelikte pek çok aile var. Savaşın onlarda yarattığı acılar hâlâ çok derin. Bazıları ise, çektirse de yayımlamaya izin vermiyor. Biz bu sürecin sonunda, hem fotoğraf çektiren, hem de bunların yayımlanmasına müsaade eden aileler arasından bir seçki yaptık.
Kerem Yücel |
SK- Benim için önemli olan, ailelerin etnik ve dini çeşitliliğiydi. Hem kitapta, hem de sergide bunu ön planda tuttuk. Türkiye’den bakıldığında öne çıkanlar Sünni Arap mülteci aileler olsa da, komşumuz olan ülke en az bu topraklar kadar mozaik. Ermeni Soykırımı nedeniyle tehcir edilen Ermenilerden Ezidilere, Kürtlerden Türkmenlere, büyük bir çeşitlilik var. Tüm çalışmalarımızda bunu yansıtmaya özen gösterdik.
-
Konuştuğunuz mülteciler nasıl bir sosyoekonomik yapının içinden geliyor?
KY- Her sınıftan insan var. Türkiye’de hayata tutunmaya çalışan mültecilerin hepsi sanki inşaat işçisiymiş gibi bir algı var. Bu doğru değil. Mesela fotoğraflar arasında bir profesör, bir bilişim uzmanı ve bir sanatçı da bulunuyor. Onların şu anki durumları statülerini göstermiyor aslında. Yarın benzer bir şey Türkiye’de yaşansa ben de aynı duruma düşebilir, bugüne kadar hiç yapmadığım işleri yapmak zorunda kalabilirim.
-
Kitapta ve sergide gördüğümüz aileler kamplarda mı yoksa evlerde mi kalıyor?
SK- Her ikisi de var. Ancak, maddi durumları elvermediği halde evde yaşamayı seçenler, bu tercihlerini şöyle anlatıyorlar: “Savaştan özgür olmak için kaçtık, geldiğimiz ülkede neden hapishanedeymişçesine, kamplarda kalalım?” Bu nedenle her işe giriyorlar, mecbur kalırlarsa –ki sık sık kalıyorlar– dilencilik yapıyorlar. Suriyelilerin çoğu yarı fiyatına çalıştırılıyor, bazen bu maaşlarını alamıyorlar bile. Ev kirasını iki kat ödüyor, halk tarafından dışlanıyorlar. Fakat yine de en büyük korkuları kamplara geri dönmek. Anlayacağınız, Türkiye’nin o çok övündüğü misafirperverlik onlara uğramıyor.