Cemaatin katkıları olmasaydı AKP bugünkü iktidar konumuna sahip olabilir miydi?’ sorusu meşru bir sorudur. Türkiye siyasetinin çukurda olmasının bir nedeni de bu sorunun meşruiyetidir.
MENDERES ÇINAR
menderes.cinar@gmail.com
17 Aralık yolsuzluk operasyonu, Türkiye siyasetinin çukura düşmüş olduğunu, düştüğü çukurda debelendiğini ve debelendikçe çukuru daha da derinleştirdiğini gösterdi. Yaşananlardan anlıyoruz ki, Cemaat basitçe bir ‘hizmet hareketi’ değil, bir iktidar ortağıymış. Ortaklık, AKP’nin iktidarını bir ölçüye kadar Cemaat’e borçlu olmasından kaynaklanıyor.
Bu borç, Cemaat’in yönlendirdiği oy oranından çok, özellikle bürokrasi içinde sahip olduğu (y)etkisinden ve bu (y)etkisini vesayetçiliğe karşı AKP lehine seferber etmesinden kaynaklanıyor. Cemaat, muhtemelen bu arka çıkışı nedeniyle Başbakan’dan her istediğini almaya devam etmek istiyor; üstelik bunu kendine bir hak olarak görüyor. Bu açıdan, 17 Aralık operasyonu, yolsuzluklara ilkesel bir karşı duruştan ziyade, seçici/vurucu yetki kullanımının AKP’ye yönelmesi, yani AKP ve Cemaat arasında bir iktidar mücadelesi anlamına geliyor. Bu mücadelenin 17 Aralık’tan çok önce başladığını da söyleyebiliriz. Geriye dönüp baktığımızda, uzun tutukluluk süreleri, Özel Yetkili Mahkemeler, İlker Başbuğ’un tutuklanması, Kürt meselesi gibi konuların Cemaat ile AKP arasındaki anlaşmazlıkların başında gelen konular olduğunu söyleyebiliriz.
Paketlere dikkat!
Esasen TSK karşısında konjonktürel bir üstünlüğe razı olan AKP, vesayetçilikle nereye kadar mücadele edilmesi gerektiği konusunda da Cemaat ile anlaşamamış olabilir. Özel Yetkili Mahkemelerin ellerindeki mevcut davalar hariç tutulmak şartıyla kaldırılması, Cemaat ile yapılan bir pazarlığın sonucu olabilir. Çıkarılan yargı paketlerine rağmen devam eden uzun tutukluluk süreleri karşısında, AKP liderlerinden gelen “yargı, paketleri dikkate alsın” demeçlerinin asıl adresinin de Cemaat olduğu düşünülebilir. Cemaatin, Mavi Marmara, demokratik reformlar gibi konularda takındığı tutumlar, siyasal gelecek vizyonunda söz sahibi olmak istemesinin işareti olarak değerlendirilebilir.
Bugünkü iktidar konumundan Başbakan’ın “Ne istedilerse verdim” demesine ve bürokrasiyi, bürokratlara da bazı güvenceler getiren prosedürlerle yönetmek yerine, üyelerini yerleştirdiği cemaatler üzerinden kontrol etmek isteyen ‘tüccar siyaset’ anlayışına bakarak, Cemaat’in AKP’nin yarattığı bir Frankeştayn olduğunu düşünebiliriz. Ancak, “Cemaatin katkıları olmasaydı, AKP bugünkü iktidar konumuna sahip olabilir miydi?” sorusu meşru bir sorudur. Türkiye siyasetinin çukurda olmasının bir nedeni bu sorunun meşruiyetidir. Hiçbir demokratik denetim/hesap verme/şeffaflık mekanizmasına tâbi olmayan, yapısı ve hiyerarşisi belli olmayan gayrıresmi bir örgüt kontrol ettiği makamlarda sahip olduğu yetki(li)leri seçici/ vurucu bir şekilde (AKP lehine) kullanarak önemli etkilerde bulunmuştur.
Mesnetsiz ‘AK’ Parti
Çukuru daha da derinleştiren ise AKP’nin tutumudur. Kanımca, bu tutum 17 Aralık operasyonu ve sonrasında ortaya çıkmaya devam eden yolsuzluklar kadar ciddi bir siyasal yozlaşmanın işaretidir. 17 Aralık operasyonu, Cemaatin sadece bir ‘hizmet’ hareketi olmadığını gösterdiği gibi, AKP’nin de (en azından bizim bildiğimiz demokratik ölçütlerde) ‘ak’ olmadığını gösterdi. Buna karşılık, AKP, belki demokratik ölçütlerde yolsuzluk sayılması gereken bazı pratikleri ‘helal’ sayan fetvaları ölçü aldığı için, belki de bizzat kendisinin adaletin ve temizliğin ölçüsü olduğuna inandığı için yolsuzluk iddialarını kategorik olarak reddediyor. AKP’nin tutumunu belirleyen tek bağlayıcı norm, milli irade olarak kodlanmış olan seçilmiş hükümetin, yani kendisinin ‘dokunul(a)maz’ kılınması.
Bunu sağlamak için bir yandan halen yürütülen soruşturma konusu durumlara ve ilişkilere kayıtsız şartsız sahip çıkarken, diğer yandan temel demokratik ilkelere aykırı bir takım idari ve yasal düzenlemelerle soruşturmaları durdurmayı, yavaşlatmayı veya sulandırmayı amaçlıyor. Ayrıca yolsuzluk skandallarının patlayacağı (internet) gibi mecralar sıkı denetim altına alınarak, ‘ak’ isminin lekelenmesi önlenmeye çalışılıyor.
Daha da önemlisi, AKP iradesini temsil ettiğini iddia ettiği millete, demokratik saygı gereği açıklaması gereken durumları ve ilişkileri açıklanmak yerine, onu algısı/kendisi yönetilecek bir nesne olarak gördüğünü gösteriyor. ‘Milli irade hırsızlığı’na girişen paralel devletle mücadele veya ‘dış güçlere hizmet eden casusluk örgütünün vatana ihaneti’ne karşı koyma gerekçeleriyle, dikkatleri cevaplandır(a)madığı sorulardan ve kendisine soru sorulmasını engelleyecek tedbirlerden kaçırıyor. Bu sırada, kendisini vatanla ve milletle özdeşleştirmiş oluyor ve müthiş oportünist bir hamleyle, yıllardır ‘mazlumluğu’nun ve ‘demokratlığı’nın kanıtı olarak kullandığı askeri vesayetle mücadelesinin bir ‘Cemaat kumpası’ olduğunu iddia ederek asker ile ittifak arıyor. Böylece bir zamanlar yarenlik ettiği Cemaati, yeni ‘ötekisi’ olarak kodluyor.
Çok boyutlu yozlaşma
AKP’nin bu tutumu, bir siyasal yozlaşma göstergesidir, çünkü siyasal yozlaşmanın konusu sadece siyasetçilerin akçeli işleri değildir. AKP’nin, adaleti, meşruiyeti, demokrasiyi ve vatan sevgisini kendisiyle özdeşleştiren, iktidarını sınırsız ve dokunul(a)maz kılan ve bunu zamanla değişen, fakat daima teyakkuz halinde olmamızı gerektiren ‘ötekilere’ karşı kuran yaklaşımı da bir yozlaşmadır. Zira ortada iktidardan başka bir norm olmadığını ve normu iktidarın koyduğunu göstermektedir. Bu halde ahlak gelişemez, adalet sağlanamaz ve demokrasi kurulamaz.