Hindistan’da başlayan, Kanuni’nin zamanında, Topkapı Sarayı’nda ve Mimar Sinan’ın İstanbulun’da geçen bir hikâye ‘Ustam ve Ben’. Her ne kadar kulağa gerçeküstü bir hikâye gibi gelse de tarihi bir roman var karşımızda.
LEVON BAĞIŞ
Hindistan’da başlayan, Kanuni’nin zamanında, Topkapı Sarayı’nda ve Mimar Sinan’ın İstanbulun’da geçen bir hikâye ‘Ustam ve Ben’. Her ne kadar kulağa gerçeküstü bir hikâye gibi gelse de tarihi bir roman var karşımızda.
Hindistan hükümdarının Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’a bir fil hediye etmesi ile başlıyor hikâyemiz. Hediye edilen beyaz fil Çota’yı İstanbul’a getiren ve ona sevgiyle bağlanan filbaz Cihan’ın bir gemide başlayıp Topkapı Sarayı’nda devam eden hikâyesini okuyoruz Elif Şafak’ın kaleminden.
Elif Şafak’ın ne kadar iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu biliyoruz. Atmosfer yaratımındaki ustalık da buna eklenince kitap hakkındaki beklentiler epey yükseliyor. Üstelik Elif Şafak, tarihi roman alanında ‘Pinhan’ ve ‘Mahrem’ gibi kitaplarıyla rüştünü ispatlamış bir yazar. Kelimeleri seçerek ve etkileyici şekilde kullanıyor. Otoriter saray hayatını anlatırken sarf ettiği etkileyici cümleler hem kitabın okuma zevkini arttırıyor hem de akılda kalıcılığı sağlıyor.
Sinan’a methiye
Yazar kitabın başlarında, atmosfer yaratmaktaki başarısını yine gösteriyor. Sarayın tekinsiz ortamını, sürekli tetikte yaşayan bir memleketi, yalanı, dalkavukluğu ve iktidar hırsını platonik bir imkânsız aşk fonunda anlatabiliyor. Yarattığı bu entrikalı ve tekinsiz ortamda, neredeyse peygamber edasıyla gezinen Sinan kitabın baş karakteri Cihan’dan daha ilgi çekici bir hale geliyor. Kitapta Sinan neredeyse kutsiyete sahip bir biçimde anlatılırken, Cihan da ustasına kitap boyunca övgüler düzmekten geri durmuyor:
“Ancak bu hadiseden sonra anladım ki Sinan’ın sırrı ne sertliğindeydi ne yıkılmazlığında, çünkü sert de değildi, yıkılmaz da. Onun sırrı değişikliklere ve aksiliklere uyum sağlama kabiliyetindeydi. Bizim cesaretimiz kırılırken o çareler üretiyordu. Her seferinde harabeler içinden kendinden emin, yeniden inşa edebiliyordu… Ve ne vakit herhangi bir engel yolunu kapatacak olsa, bir şekilde, ya altından, ya üstünden, ya etrafından dolaşıyor, çatlaklardan bir yol buluyor, akmaya devam ediyordu.”
İkinci yarısı çok daha hızlı akmaya başlayan kitapta, merak unsuru da kitabı elinizden bırakmanızı zorluyor. Filin sırtında İstanbul sokaklarında hırsızlığa çıkmak gibi absürt durumlar kitap içinde kabul edilse de mimarlık ya da coğrafyayla ilgili maddi hatalar tarih severleri epey zorlayacak gibi görünüyor.
Osmanlı’nın ve tabii ki İstanbul’un mozaiği, Şeyh Mecnun’un mahkemesi ve Takiyeddin’in rasathanesinin kurulma çabaları gibi küçük hikâyeler kitabın en keyifli yönleri. Mecnun Şeyh, Çerkes hamam sahibi, Kürt tellal, sahaf Simeon, hüzünlü fahişeler, İtalyan elçiler ve Cihan’ı her dertten kurtaran Roman Balaban gibi keyifli karakterler, kitabın sayfalarında geziniyorlar ama kişiler yerine, tarihsel olayları anlatma çabası bu keyifli çeşitliliği yeterince ortaya çıkaramıyor.
‘Zanaat eseri’
Üstelik tüm sıkıntı ve dertlerden hep aynı kişi tarafından inanılmaz rastlantılar sonucu kurtulması kitabın inandırıcılığına epey darbe vuruyor. Kitabın arka kapak tanıtımında “ Elif Şafak’ın muazzam hayalgücü ve zengin diliyle Osmanlı tarihinin derinliklerine doğru şaşırtıcı bir yolculuğa çıkıyoruz” gibi epey iddialı bir şekilde takdim edilen kitap; bazı zorlama eklemeleri, akıl üstü tesadüfler ve bazı vahim tarihsel hatalar ile yaratıcılığın ortaya çıkardığı bir sanat eseri değil de çok satması için dizayn edilmiş bir ‘zanaat eseri’ tadı veriyor.
Ustam ve Ben
Elif Şafak
Doğan Kitap
480 sayfa.