Türkiye’nin önde gelen psikiyatristlerinden Dr. Alper Hasanoğlu, uzun yıllar İsviçre’de çalıştıktan sonra üç yıl önce Türkiye’ye döndü. Radikal’de yayımlanan psikiyatri yazılarıyla büyük ilgi gören Hasanoğlu ile Türkiye’de bireyin ve toplumun psikolojik sorunları arasındaki ilişkiye dair söyleştik.
ROBER KOPTAŞ rober.koptas@agos.com.tr
• Son yazınızda Türkiye’de hayatını anlamlandırmakta zorlanan insanların ne kadar çok olduğunu yazdınız. İnsanlar neden psikiyatrların kapısını çalıyorlar?
Psikiyatri muayenehanesine neden geliyorlar sorusu Türkiye’nin genel profilini çizmez. Çünkü Türkiye’de maalesef psikiyatri özel ve sosyal sigortaların karşıladığı bir alan değil. Devlet hastanelerinde psikiyatri yapılamayacak koşullarda; muayenehanelerse sadece parası olana hizmet eder. Devlet ve üniversite hastanelerinde doktorlar günde 60 ila 150 arasında kişiyi görmek zorundalar, İsviçre’de ise maksimum 6-8 kişiyi görüyordum. Bu tabii ki ülkenin nüfusuyla da ilgili. Ama halkı memnun etmek zorundaymış gibi yapıyorsanız, doktor sadece hastanın yüzünü görüp ilaç yazıyorsa, bu bir illüzyona dönüşüyor. Bu şartlarda insanlara psikoterapötik olarak da yardım etmek mümkün değil. O yüzden sürekli anti-depresan yazılıp duruluyor. Bu psikiyatristleri de mutsuz eden bir şey.
• Psikiyatrlar için geçerli olan bu mutsuzluk aslında genel olarak neden mutsuz olduğumuza dair bir şey de söylüyor mu?
Evet, aslında kimse istediği gibi yaşayamıyor bu ülkede. Bu mesleki olarak da böyle. Arkeolog olmak istiyor, üniversite okuyor ama bir turizm acentesinde uçak rezervasyonu yapıyor. Bu insanların mutlu olmasının imkânı var mı? Herkes kendi hayatına göre bir memnuniyetsizlik içinde. İçerik yere ve duruma göre değişebilir ama mutsuzluk baki.
• İnsanlar sizlere ne tür şikâyetlerle geliyorlar?
Şu anda herkesin en büyük sıkıntısı, yaşadığı coğrafyada kendini çok da fazla anlaşılıyor ve önemseniyor gibi hissetmiyor olması. Bunu birebir ilişkilerinde de, toplumsal ortamında da yaşıyor insanlar. Bu da her grubu içine alan bir sorun. Çok fazla insan bir şekilde kendini buraya ait hissetmemeye başladı. Parası olan ben bu ülkeden nasıl kaçarım diye düşünüyor. Kalıp mücadele etmeli diye düşünebilirsiniz ama o kadar da kolay değil. 13 yaşında bir kızınız varsa ve bir milletvekili çıkıp “Çocuklar artık kız-erkek ayrı sınıflarda okumalı” diyorsa, benim kızım böyle bir ortamda kalmasın diye düşünüp bireysel bir çözüm arayışına girebiliyor insanlar. Parası olan dediğini yapıyor ama olmayan da öğrenilmiş bir çaresizlik içinde bu ülkede mutsuz olarak yaşamaya devam ediyor. Üstüne üstlük bu dertler bir de “psikolojize” edilmeye başlandı. Bize “Mutsuzsan sorun sende, daha çok çaba göstermelisin” diye belletildiği için de, “Acaba bende ne sorun var?” diye düşünmeye başlıyoruz.
• Bu da anlık mutluluklara doğru bir kaçış mı üretiyor?
Evet, öyle. Mesela evin içinde mutsuzluk olduğunda, ayrı odalarda sosyal medyaya, alkole, bazen işe, bazen dışarıda cinselliğe doğru kaçış olabiliyor. Bunların hiçbirine ulaşamayan insan da saatlerce televizyon izleyerek yaşıyor kaçışı.
Kahvede oturan ‘intikam’ diyebilir ama siyasetçi aklıselimi savunmalı
• Bu sıkıntılar sanki sadece ‘Beyaz Türk’lerin yaşadığı şeyler gibi geliyor kulağa. Ama Türkiye hep sorunlu, baskının olduğu bir ülkeydi. Son 11 yılın iktidarıyla birlikte mi bir değişiklik yaşandı. Şu an yaşanan şeye ‘Beyaz Türk’ rahatsızlığı diyebilir miyiz, yoksa sadece bazı şeyler daha mı görünür oldu?
Ben son 11 yılda olanı erkin el değiştirmesi olarak görüyorum. Ve yeni erk intikam alıyor. Cumhuriyet’in nasıl baskıcı olduğunu da bu ülkenin bir insanı olarak biliyorum. Bana bakarsanız, ben bir Beyaz Türk’üm. 11 yıl öncesine kadar, benim gibi insanlar olan bitene çok ses çıkarmıyorduysa, bizi etkileyen çok da bir şey yoktu demektir. Halbuki öyle değildi, neler neler oluyordu! En azından Kürtlerle Türk devletinin 30 yıldır süren bir savaşı vardı. Birileri kendilerine dokunan bir şey olmadığından ses çıkarmıyordu, şimdi ise başkaları, o zamanın intikamını alıyor. ‘Yetmez ama evet’ diyenlerin, liberallerin umudu, bir orta yol bulma umuduydu. Ama bir sarkaç gibi, erkin el değiştirmesi yola devam etti ve ters taraftan yine vurdu. Ben umutsuz olmamak için, o sarkacın gidip gelip eninde sonunda bu ülkede konsensüsü sağlayacağı noktaya geleceğine inanmak istiyorum.
• İntikam tabirini kullandınız. Herhalde intikam veya bunun siyasi ifadesi olan rövanşizm de çok sağlıklı bir duygu değil.
Tabii ki öyle. İntikam çok acı çektiğinizi gösterir. Ama şu var, kahvede oturan vatandaş intikam duygusu besleyebilir ama ülkeyi yönetmeye soyunduğunuzda başka insiyaklarla davranmalısınız. Daha aklıselim olmalı, daha geniş bir perspektiften bakmalısınız.
• Sözünü ettiğimiz rahatsızlıkların toplumsal düzeyde nasıl karşılıkları var? Mesela, bu toplum bir Tayyip Erdoğan üretti. Toplumun geniş bir kesimi için dünyevi bir ilah konumunda. Ancak onun karşısında da zaten Atatürk vardı ve halen de var. Toplum onlar olmadan yapamıyor mu?
Bu ülke topraklarında yaşayan insanlar babasız büyüyor. Babalar çocuklarına, ailelerine, babalık veya kocalık yapmak ihtiyacı hissetmiyor. Kocalık yalnızca eve para getirmek ve kendi istediği zaman seks yapmak, ailenin ‘namus’unu korumak anlamına geliyor. Çocukları doğru dürüst sevmeden, saçlarını bile okşamadan baba oluyoruz. Oysa çocuğun evrensel ihtiyacı sevilmek, değer verilmek, olduğu gibi kabul edilmek, anlayış görmektir. Bu olmadığı için de erişkinliğe geçemiyoruz. O yüzden de liderlere tapma ihtiyacı içinde oluyoruz, çünkü babaya ihtiyacımız var. Dünyada ‘Baba’ diye başbakanı olan kaç ülke vardır? Ergenler kendine bir ‘peer’ (akran) grubu arar. İçinde ait hissedebilecekleri, çocukça şımarabilecekleri, küçük şiddet oyunlarına başvurabilecekleri gruplar… Bizde erişkinler de bu şekilde. Linç kültürünün hâlâ devam edebilmesi bu durum nedeniyledir.
• Bu hal kadın erkek ilişkilerine nasıl yansıyor?
Bir tane Türkiye yok, biliyorsunuz Türkiye‘nin yüzde doksan beşi hâlâ erkek egemen bir düzen içinde yaşıyor.
• Üst sınıflarda bu durum aşılmış değil mi?
Değil. Orada biraz daha rafine bir hal alıyor. Adam karısına tokat atmıyor da kredi kartı limitini sınırlıyor. Mesela “senin çalışmana gerek yok, nasılsa ben kazanıyorum” diyor adam ama bu ister istemez bir baskı unsuruna dönüşüyor. Adam o gücü hissettiriyor. Kadın, gidemeyeceğini bildiği için sürdürüyor ilişkiyi, bu onun özgür seçimi olmaktan çıkıyor.
Türkiye bir narsistler ülkesi
• Erkeğin üzerinde de iyi aile babası olma baskısı yok mu? Bu onu nasıl etkiliyor?
Bambaşka bir yük o. Psikiyatristlere gelen kitlenin yüzde doksanı kadın bir kere. Ben haftanın birkaç gününü köpeğim Paşa dışında erkek görmeden geçiriyorum. Erkekler bir sorunu olduğunu kabul etmek ve anlatmaktan kaçıyor. Bu zayıflık gibi görünüyor. Bunu yapmamak üzere büyümüş durumda. Bana gelen erkeklerin çoğu 'Sizi tanımak, sohbet etmek üzere geldim' diyor. İyi yaptın da, beni tanımak için niye o kadar para veriyorsun? Yardıma ihtiyaç duyan erkek, erkek değilmiş gibi görünüyor. Bu da çok ağır bir yük, durmaksızın güçlü olmak zorundasınız, hiçbir zaman ağlamamalısınız.
• Bu katılık da bir kırılganlık yaratıyor herhalde.
Evet, ve o kırılganlık da bizim gibi toplumlarda şiddetle dışa vuruluyor. Çünkü şiddet de, şiddetten sakınmak da öğrenilen bir şey ve bu kadar şiddetle yoğrulu bir ortamda kişi hiç farkında olmadan problemlerin şiddetle çözülebileceğini öğreniyor. Bu öğrenmeyi kırmak çok zor bir şey ve çok insanüstü bir çaba gerektiriyor bazen.
• Meryem Uzerli olayında, sözünü ettiğiniz erkek şiddetinin ve genel gergin ortamın yurtdışında yetişmiş birini nasıl tükettiğini gördük. Onun en büyük şikâyeti, Türkiye’de havada asılı duran, adeta elle tutulabilen bir gerginlikti. Bu gerginliğin nedeni ne?
Yetersizlik, başarısızlık, değersizlik duygusu, bu toplumda inanılmaz yer etmiş ve beyinlerimize kazınmış halde. Bununla başa çıkabilmek için çoğunlukla tam tersini yapmaya çalışıyoruz. Ben mükemmelim, ben harikayım, en iyiyi ben bilirim diyen narsistleriz hepimiz. Bu öfke de bununla ilgili. Temeldeki yetersizlik, başarısızlık, değersizlik duygusu bunun nedeni. Bu duygu, başkalarının acısına da duyarsız kalmayı beraberinde getiriyor.
Diz çöküp özür dilemeliyiz
• Son yazınızda, bu toplumda çok sayıda insanın umutsuz olduğunu anlatırken, 'Hayatta kalabilmek için Müslüman olmak zorunda kalan Ermeniler gibiyiz. Başımıza her an bir şey gelebilir' ifadesini kullandınız. Nasıl bir insanlık hali söylüyor size Müslüman Ermeni olmak?
Benim canımı yakıyor açıkçası ve utandırıyor. Bu ülkenin bir vatandaşı olarak, halen daha Ermenilere ve diğer gruplara yapılanlar karşısında utanıyorum. Her ne kadar bunu neden kabul etmediğimize dair birtakım entelektüel açıklamalar yapabilsem de asla temelde anlamıyorum. Çünkü bu şekilde davranarak kendi hayatımızı da zehir ediyoruz. Willi Brandt'ın Varşova'daki soykırım anıtı önünde diz çöküp özür dilemesi ne kadar güzel ve özgürleştirici bir şey. Bizim de bunu yapmamız gerekiyor, bu kadar.
• Toplum olarak geçmişin üzerini örtmüş olmamızın yaşadığımız sorunlarda bir etkisi yok mu?
Şiddete maruz kalmış insanların yaşadığı post travmatik şiddet bozukluğunda, insan acı kaynağı olan deneyimden uzak durmak, onu unutmak ister. Ama siz bastırmaya çalıştıkça o geri gelir. Ve bunun da en temel tedavi yolu o deneyimi terapide sanki şimdi ve burada yaşıyormuş gibi defaten anlatmak ve bunu sıkıntılı, acılı ama geçmişte kalmış bir yaşantı olarak kabul etmektir. Ancak anlatabildiğinizde, kabul edebildiğinizde o travmayla barışabilirsiniz. Toplumsal olarak da yapılması gereken bu. Bu zorlu bir süreç ama başka bir çare de yok.
• Geçmişin üzerini örtmenin bizi kendimize, bu toprakların kültürüne de yabancılaştırdığını söyleyebilir miyiz? Bu bağın kesilmiş olması bir değersizlik ve dolayısıyla kaygı yaratmıyor mu?
Geçmişi olduğu gibi kabul edip tanımayınca, değerlerimiz de yitiyor, kendimizi çok fazla değerli de hissedemiyoruz. Kendimizi bu toprağa ait hissetmiyoruz, hala göçmen ruhuyla yaşıyoruz. En kısa yoldan para kazanıp hayatta kalmaya çalışıyoruz, değer üretmekte uğraşmıyoruz. Ben bütün bu Gezi Parkı hoyratlığını, üçüncü köprü için orman kesmeyi filan bir tür göçmen barbarlığıyla açıklıyorum. Biz hala buraya ait olduğumuza kendimiz inanmadık. Hâlâ bu coğrafyayı sömürmekle meşgulüz, halbuki bir yere gideceğimiz de yok, buradayız, gidecek bir yerimiz yok. Bununla bir türlü barışamadık.