31 Mayıs günü sabaha karşı, Taksim Gezi Parkı’ndaki az sayıda çadıra, orantısız bir şiddet uygulanarak ve ilerleyen zamanda çoğumuzun maruz kalacağı biber gazı marifetiyle saldırılmasıyla, önce Gezi Parkı’nın, sonra İstanbul’un, sonra da Türkiye’nin üzerinde, yaz boyu hareketliliğini yitirmeyen bir hayalet dolaşmaya başladı.
ZEYNEP ATAMER
31 Mayıs günü sabaha karşı, Taksim Gezi Parkı’ndaki az sayıda çadıra, orantısız bir şiddet uygulanarak ve ilerleyen zamanda çoğumuzun maruz kalacağı biber gazı marifetiyle saldırılmasıyla, önce Gezi Parkı’nın, sonra İstanbul’un, sonra da Türkiye’nin üzerinde, yaz boyu hareketliliğini yitirmeyen bir hayalet dolaşmaya başladı. Ana akım medyanın penguenlere odaklandığı bu süreçte, yaşananları kayda geçirme ve anlamlandırma çabaları, dergi özel sayılarını saymazsak, şimdiden bir düzine kitap olarak karşımızda. Bu çabalardan biri de karikatürist Kemal Gökhan Gürses’e ait. Yazdığı ve çizdiği ‘Bir Gezi Parkı Hikâyesi’nde de o anlatıyor: “Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi!” ‘KGG’ ile kitabı konuştuk.
Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi! Bir Gezi Parkı Hikâyesi Kemal Gökhan Gürses Postacı Yayınevi 120 sayfa |
Mekânla başlayalım. Kitabın önsözünde diyorsun ki; “Taksim, hangi sebeple olduğu bilinmez, bir çok sözde toplumsal olayın, sözde 1977 1 Mayıs’ının yaşandığı, sözde 24 Nisan anmalarının, sözde binlerce mitingin yapıldığı bir yer değildir. (...) geniş ve gereğinden büyük bir boşluktur.” Meydan’la ilişkilendirilen ‘sözde toplumsal olaylar’ tarihini nasıl değerlendiriyorsun?
Biraz ukalalık olacak ama bir Amerika izlenimi ile başlamak istiyorum. Avrupa kentlerindeki ‘meydan’ bolluğuna karşın, Amerika’daki büyük sembolik meydanlar dışında, küçük birimlerin, küçük kentlerin, hatta bir çok büyük kentin meydanı olmadığını görürsünüz. Bir arada olma işini, fiziksel manada bir arada olmak yerine ikincil meydanlara, yani medyaya bırakma tarihinin kaynağı sanırım bu ülke. Yunan’daki Agora geleneğinin bizim köyden gelen alışkanlığımıza dönüşmesi bolca çiğnediğimiz bu toprağın, coğrafyanın bize bir armağanı. Ama buraya kadar. AKP bunun ‘tehlike’sini ilk fark eden hükümettir. Kendilerini kutlarım. Taksim’i, bir meydan olmaktan çıkarma isteği onların hükümetine nasip olmuştur. Gezi Parkı eylemlerinin kökeninde biraz da bu yasaklama eğiliminin yattığını düşünüyorum. Tetikleyicilerden biri olarak görüyorum. Bence çok doğru bir noktaya değinmişsin. Burası, yani Taksim bizim toplumsal hareket tarihimizin başkentidir. Burada insanların ölüleri, çığlıkları, gökyüzüne karışmış unutulmaz sloganları hep ilklerin hikâyesiyle birlikte anılır. ‘Dı’ demek gerekiyor aslında çünkü artık eyleme kapalı bir alan haline getirildi. ‘77 1 Mayıs’ının yaşandığı yerdir burası. Cumhuriyet Türkiyesi’nde ilk kez ‘soykırım’ kelimesinin birlikte seslendirildiği, büyük bir utancın dile getirildiği tarihsel bir buluşma noktasıdır. Benim için unutulmaz bir anlamı daha var: Hrant öldürülmüştü. Ne yapacağımızı bilemez halde su sarnıcının altında toplanmış oturuyorduk. Gün batımına doğru biri ‘Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz’ diye bağırmaya başladı... O kimdi, kimse bilmiyor. Ama bu sesin çıktığı yerdi Taksim. Şimdi iktidar diyor ki; gidin ne bağıracaksanız Kazlıçeşme’de bağırın. Muhafazakar demokratlık dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Ben senin bağırmandan hoşlanmıyorum ama illa bağıracaksan git uzakta bağır...
‘Yüzyılın şeysi’ne tahammül edemeyip, açılan Taksim altgeçidinde trafiği bile isteye kilitleyen ‘Geziciler’in bu sefer de vagonlardaki alarm frenlerine musallat olduğunu biliyoruz. Sen onların Başbakanlık konutunun ziline de basıp basıp kaçtıklarını iddia etmiştin bir tweet’inde. Kim bu Çapulcular? ‘Gezizekâlılar’?
Kitabın sonuna koymaya çalıştım; daha doğrusu sıkıştırdım. ‘Mustafa Keser’in Askerleri’ de onlar, ‘Vintage Sosyalistler’ de, ‘Cici Çocuklar’ da vardı aralarında, bir eski ve sıkı abimizin bana öfkeyle cevap yazmasına neden olan ‘Romantik Eski Tüfekler’ de... ‘Dört Büyükler’ oradaydı... Bir de ‘Siyahlar’ vardı elbet; sayıları az da olsa... Yani ‘Gazi Mahallesi’nin, ya da Güneydoğu’nun Çocukları’... Nişantaşı’nda atılan gazın miktarına bakınca net bir şekilde görülen resim ‘Beyaz ve Türk’ markalı halkımızın da Gezi nüfusunda önemli bir yeri olduğunu gösteriyor. Bir süre önce Taraf’ta ‘Endişeli Modernler’ diye bir banda başlamıştım. Ömrü vefa etmedi. Etseydi, Gezi güncelliğinde ‘kimler var’ı daha renkli bir sosyolojik resmi geçit haline getirebilecektim sanırım. Çok heterojen bir kitle vardı orada. Rencide edilmişler, kırgınlar, kızgınlar, Cumhuriyetçiler, ‘eylem var gidelim’ciler, alışmadığımız şekilde Antikapitalist Müslümanlar, MHP’liler, bütün yönetimlerin bir an önce istifa etmesini isteyen ‘taraftarlar’ ama galiba hepsinden çok Gezi’ye kalbini, ruhunu ve şeklini veren ‘öğrenciler’... Biraz sosyolojik mevzulara girdiğim için endişeliyim, ama bir çizerin cehaleti deyip geçmenizi umarak bu tespitleri hönk hönk yapıyorum. ‘Öğrenciler’ bildiğim kadarıyla ’68 kuşağının da bel kemiğini oluşturuyordu. Öğretmenle, eğitimle, vesayetle derdi olan, aidiyet sorunu olan, dikte ve sınırlamalara en içten, en insanca tepkiyi veren insan dönemi. Öğretmenin altına raptiye koymakla başlayan ‘eylem’ nasıl bir cesarete dönüşüp bu şekli aldı; bence oturup siyaset bilimcisi abiler ve ablalar bunu düşünmeli... Galiba birileri insanların ahlaki değerlerine, ya da insani değerlerine dokunmaya başlayınca, dişin sinirine dokunmuş gibi çığlık atıyor insanlar. Hele Gezi’de bu çığlık o kadar tatlı bir nameye dönüştü ki, tadından yenmez...
‘Yıkıcı’ bir tarafları da vardı ama galiba. Misal, sen; “Örgütlü olmazsan sen de olamazsın, bu kadar ayrıdan bir aynılık çıkmaz diyenlerden, buzağısız öküz olmaz diye şartlamışlardan” gelip ne Taksim’i ne Gezi Parkı’nı; sadece senin ön yargılarını yıkan[lar]” olarak bahsediyorsun o heterojen kitleden.
Ne ekersen, o kadar meyvenin cinsini belirlersin... Sen Toma’yla, gazla, plastik mermiyle gelirsen, önce şiddet tohumunu iyice bir sulayıp, sonra da gazlarsan, gencecik öfkenin bu kadar frenle hareket etmesine bile şapka çıkarman gerekir. Beni bilirsin, şiddet sever bir insan hiç olmadım. Ama tokat atana öbür yanağını uzatacak kadar Ortodoks da değilim... Gençler de daha çok önyargıları yıktılar; bir de önlerine çıkan engelleri. Kimseyi öldürmediler, ellerini kana bulamadılar. Budur kastım...
‘Ahmetvari bağzı şeyleri olan Hasan’ kendisini, ‘Gezi’ye kadar biraz Ahmet Kaya, biraz Kazım Koyuncu’ olarak tanımlıyor. Kimdir bu Ahmet, yani Hasan?
Gezi’nin asgari ortalaması. Gözü en zor açılacak olanı; bildiğin kör. Körün gözünü açan bir yerdi Gezi. Bu kadar basit bir metafor aslında benim harekete geçmeme neden olan benzin. Benim de yıllar önce Venedik’te bir gezide tanıdığım elinde fotoğraf makinesiyle dolaşan kör bir çocuğun bana hatırlattığıdır. Hikâyecinin ayrıları birleştirme hevesi diyelim buna...
Mekânla devam edelim: Eylem sahasının arka fonu, Kemal Gökhan’ın bir ‘dacik’ olarak yaşam alanı olan, ‘dünyadaki muhtemel en kötü mimariye sahip iskele binası’nın bulunduğu Kınalıada, Hrant Dink çocuk parkı; nihayet “Ahparig’im, kardeşim, arkadaşım Hrant’a…” ithafı. Bağlantıları sen kur istiyorum…
Bir röportajda daha söyledim; burası ‘ötekiler adası’... Adaya hizmet veren çocuklar çokluk değişir. Tezgahtar çocuklar yani. Adanın eski marketlerinden birine bu yıl yeni bir manav çocuk geldi. İki mama konuşuyor kendi arasında. Haliyle, Ermenice... “Bunlar turist mi abi” dedi bana. “Yok güzelim” dedim. “Bunlar buranın asıl sahipleri. Biz turistiz ama öyle bir yayılmışız ki, kendimizi evin sahibi sanmaya başlamışız”... Bu ‘ötekiler’den biri, bence Türkiye yakın tarihindeki en büyük değişimi yaratan insandır. Hrant Dink’ten söz ediyorum haliyle. Hrant’ın ölümünün ardından 200 bin insanın eller üstünde taşıdığı cenaze, aynı zamanda ülkede ilk kez vicdanın eller üstünde taşındığı gündür. Bu, aynı zamanda sessiz bir değişimin, kalıcı bir vicdan ve değer hareketinin işaret fişeğidir bence. Gezi’nin ruhunu besleyen bu vicdandır. Bu taşkınlık duygusudur. Bu insani ortak değer hissiyatıdır.
Yine kitaptan bir alıntı yapalım; “Bu Gezi olayı, hayatımı tümüyle değiştirdi, Kemal Ağbi…”(..) “Bir tek senin mi Ahmet! Hepimizin hayatını hallaç pamuğu gibi attı…” (sf. 23) Bunu açar mısın biraz?
Değişim bir anda olan ve tarif edilmiş bir süreye sığan bir şey değil. Ben değişimi tortuların kana çökmesi olarak görüyorum. Tortular küçük küçük birikirler. Her atılan adım, büyük ya da küçük, bu tortuyu besler. Hrant’tan bahsetme nedenim buydu. Gezi bu anlamda ikinci bir altı çizilmiş tortu bıraktı. Sedimantasyonumuzu ölçseler şaşırtıcı bir kan bilgisiyle karşılaşır tıpçı ağbi ve ablalar...
“Şimdi ne olacak? Bi kere, benim gibi sosyolog ya da herhangi bir “log” olmayanlar susacak.” Kitaptaki bu ifadeyi okuyunca ‘log’ iddialı yıllarımı hatırladım. Olasılık iddia tamamen yok olmadığından bu söyleşiyi yaptığıma, susacağını söyleyen yazar çizer de henüz susmamış olduğuna göre, soru yine de varit…
Bunu galiba bizden çok iktidarın tepesinde yer alanlar şekillendirecek. Zaten bunu sık ve hızlı adımlarla yapıyorlar. ‘Değerlerle oynaşma’ eğilimi sürüyor. Sinir uçlarına dokunma çabasının arkasında nasıl saikler var, ben bilmem. Ama bildiğim o ki, bu denli sinir uçlarıyla oynamayı sürdürürlerse yeni formlarda ‘Geziler’ hayatımızdan eksik olmayacak. Her birinin talebi bir öncekine göre farklı ve tonu şiddetli olabilir. Bakacağız, göreceğiz...
Yine kitaptan bir alıntı yapalım: “Ha bu arada yeni bir projem var Ahmedim. Benim 12 Eylül öncesindeki halim, şimdiki halimle karşılaşıyor..” (sf 110) Kemal Gökhan bundan sonra neler yapmaya niyetli? Teşekkür cümlesinden olmak üzere, yanıtlarken, ‘şimdiki hal’imizin bu şimdiki hal olmasında Gezi’nin de bir etkisi olduğunu hesaba katalım, derim.
Evet; hikâyesi hazır. 12 Eylül ile bir hesaplaşma değil sadece. 12 Eylül sonrasıyla da bir hesaplaşma. Önemsediğim, kendi hikâye anlatıcılığımda özel bir yere koyduğum bir hikâye. İnce ayarları dahil hazırladım, çizilmeyi bekliyor. Gezi gençliği kendi geleceğini kurarken, dönüp baktıklarında görüp-anlamaları için küçük bir kılavuz sayabilirsiniz ‘Enfarktüs’ü. Evet; adı bu olacak yeni hikâyenin.