Ümit Kıvanç halleri: “Vicdan dışında insanları kurtaracak bir şey yok”

Ayşe Akdeniz, haller durağında bu hafta, Uludere Katliamı’nın yıldönümünde, son olarak Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim belgeslini çeken Ümit Kıvanç ile belgeselciliği, belgesele bakışı ve bugüne kadar yaptığı işler üzerine söyleşti.

 

Ayşe Akdeniz
aysheakdeniz@gmail.com

Ağlama anne, güzel yerdeyim from ümit kıvanç on Vimeo.

Yıldönümleri her zaman sevindirici olaylarda olmuyor. Medyanın ilk saatlerinde dilsiz kaldığı, 34 kişinin jetlerle bombalanarak öldürüldüğü Uludere Katliamı’nın üstünden bir sene geçti. Bölgede ölümlerin ilk yılı Kara Bayram ilan edilir. Roboski’nin Kara Bayramı’nda orada öldürülenlerin her şeyden önce birer insan, birilerinin çocuğu, nişanlısı olduğu noktadan hareketle Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim belgeselini çeken Ümit Kıvanç ile konuştuk. Ümit Kıvanç ile gerçekleştirdiğimiz halleşmede onun belgeselciliğini, buna bakışını ve bugüne kadar yaptığı belgeselleri konuştuk.

  • Belgeselciliğe nasıl başladın? Senin için belgeselcilik ne anlam ifade ediyor?

Fotoğraf çekmeye 13 – 14 yaşlarımda başladım ve hep de çektim. Belki kendi tarzı olan, parlak fotoğraflar çeken bir fotoğrafçı olamadım ama o ilişki içinde yaşamak insana belli bir alışkanlık kazandırıyor. İlişki dediğim ise dünyaya kadrajdan, onu çerçeveleyerek bakmak. Sonra edebiyat faslına girişip hikâye, roman yazdım. Benim yazdığım edebi şeyler hakkında da bir sürü insan daha görsel olduklarını falan söyler. Kafası öyle çalışan, ona yatkın biriyim ve sinema yapacağımı varsayıyordum. Atıf Yılmaz, Bekle Dedim Gölgeye için bir film teklifinde bulundu. Ama bu benim için biraz kötü bir tecrübe oldu ve sinemadan bayağı bir uzak durdum. Başka işlerle uğraşıyorsun, gidip bir yerinden başlamak lazım diyorsun… Ama başka işlerle uğraşmaktan o alana bir türlü gerçek bir adım atamaz oldum. Bir de çok fazla değişik işlerle uğraşmak durumunda kaldım. Sorumluluk icabı saydığım bir sürü şeyle uğraştım. Onun için gerçek bir adım atamadım ama sanıyorum 90’ların ortalarıydı, Almanya’da yaşayan fotoğrafçı arkadaşım Metin Yılmaz ve müzisyen Serdar Ateşer’le beraber high8 video çekmeye başladık. Ben bir tane high8 kamera aldım. Evim ilk kez soyulduğunda çalındı. Çantasının içinde de kurgu seti alabilmek için para biriktiriyordum. O zaman çok pahalıydı. Dört yıl boyunca para biriktirdim ve o para da evde duruyordu. Çünkü hesapta bankalarla da bir ilişkim olsun istemiyordum. Para da kamera çantasının içindeydi ve hepsi beraber gitti. Biz high8’le çekmeye başladık ve ikimiz de tecrübeli fotoğrafçılardık. Video çekmeye başlayınca çok fena halde çuvalladık, çünkü elimizdeki aracın davranışı bambaşka. Çok basit bir örnek vermek gerekirse mesela fotoğrafta ışık azaldığı zaman fotoğraf koyulaşır ama videoda renkler de değişiyor. “Ulan n’apıcaz, bu nasıl bir iş?” derken ben inat ettim. Öyle, hayırlı bir inadım var ve “Çözücez, edicez” derken onunla iyice uğraştım. Bir takım basit kurgular yapmaya başladım. Bir işi yapmaya başladığın zaman eğer megaloman biri değilsen karşına çıkan problemleri, kendi çuvallamalarını, neleri beceremediğini de görüyorsun. Onların üstünden atlamayıp öğrenme yoluna girersen de kendini yetiştirebilme ihtimalin var.

  • Ve öğrenmek hiç bitmiyor…

Tabii ki hiç bitmiyor. Ben o konuda hep doğru bir çaba içinde olmaya çalıştım. Hele internet diye bir şey var olduktan sonra çok uzun günlerimi, gecelerimi bir şeyler öğrenmek için bir şeylerin başında geçirdim. İnsanların yaptıklarını izledim. Biraz işin içine girip yapmaya başlayınca başkalarının neyi, nasıl yaptığını da anlamaya başlıyorsun. O da çok öğretici bir şey. Başkalarının yanlışlarından, doğrularından öğrenebiliyorsun. Aslında belgesel benim gibi bir insan için çok uygun. Hem sinema yapmak istiyorsun, sanatla bir alakan var ama bir yandan da hâlâ partizan, militan bir ruhla yaşayan birisin. Her şeyden kendini sorumlu görüp bir haltlar etme ihtiyacı duyuyorsun ve belgesel iyi bir alan. Bir de belgesel alanına adım atar gibi olduktan çok kısa bir süre sonra belgesel alanının sorunlarını görünce ben oraya daha çok bağlandım.

  • Fotoğraf çekmek, yazı yazmak, gazeteci olmak gibi hallerinde babanın etkisi var mı?

Tabii ki var. Evde bir fotoğraf makinesinin olması fotoğraf çekmeye başlamamı sağlayan şeydir. Aynı zamanda babam kendine yeni daktilo aldığında oynayayım diye eskisini bana vermişti. Benim sekiz yaşımdayken daktilo başında çekilmiş fotoğrafım var. Babam beni devamlı gazeteye götürürdü. Gazete diye bir şeyi biliyordum. Orada çalışan insanların ne yaptıklarına dair bir fikrim vardı. Bunu küçüklükten öğreniyorsun ve bu mutlaka seni oraya yaklaştıran bir etkiye sahip. Liseyi bitirdiğimde benim kafamda ne olacağıma dair hiçbir hayat projesi yoktu. “Ben herhalde gazeteci falan olurum” diyordum. Bir Ankara Siyasal’a gidip okumayı düşünmüştüm. Onun da neden olduğunu bile hatırlamıyorum çünkü o sıralar politik bir insan değildim. Bir şey okumayan, sporcu bir çocuktum. Babamın mesleği doğal bir yakınlık oluşturdu tabii. Bence bunlardan da önemlisi, bir noktaya geldiğin zaman çaktırmadan bazı şeyler öğrenmiş oluyorsun.

Oturduğumuz yer gazeteciler mahallesiydi. Gazeteci kooperatifi olarak kurulmuş bir mahalleydi. O zaman gazeteciler şimdiki gibi bir sınıf değildi ki! Gazeteci karikatürlerde daktilo, çay, simit ile çizilirdi. Acayip paralar kazanan, bugünkü gibi insanlar değillerdi. Sektör de yapısı daha eski bir sektördü.

  • Gazetecilik mi okudun?

Şişli İktisat denilen yere girdim. Özel bir sebeple değil, puanım oraya tuttuğu için oraya girdim. Sonra orası Şişli Siyasal oldu. Altı sene orada geçirdim. Oradan atılacağım zaman yeniden imtihanlara girdim. Puanı düşük olduğu için İstanbul Basın Yayın’a girdim. Oraya girme nedenim budur. Prehistory ve arkeolojiyi de yazmıştım. Puanı düşük diye üç tane yeri yazmıştım. Liseden mezun olduğum zaman puanım baya düşüktü. Altı sene sonra hiçbir şeyle alakam kalmamışken sınava girip aldığım puan acayip yüksekti. Sadece en üstteki birkaç yere giremiyordum. Sınav sistemi ve sorularla ilgili böyle bir durum olmuştu. Basın yayına mesela 100 puan ile giriliyorsa 150 ile falan girmiştim. Herkes “kim bu salak?” diye soruyordu!

  • Belgesel alanında ne gibi sorunlarla karşılaşıyorsun(uz)?

Belgesel denildiğinde biz de özellikle anlaşılan şey birinci olarak sıkıcılık, ikincisi hayvan belgeseli ve üçüncüsü de herhangi bir sanatsal yanı olmayan, çok önemli bir konudan bahsettiği için nasıl bahsettiği önemli değil muamelesi yapılan şey… O konu ona iyi bir film olmama meşruiyeti sağlıyor. Belgesel Sinemacılar Birliği’ndekilerin aralarına katılmadan önce de “belgesel sinema” üzerinde ısrarla duruluyordu. Bu çok doğru ve iyi bir şeydi. “Ya kardeşim bu, sonuçta sinema!”

Şöyle bir meşruiyet yok: Ben Kahramanmaraş Katliamı’nı anlatıyorum. Dolayısıyla çok önemli ve can alıcı bir konudan bahsediyorum. Filmin sanatsal olarak da iyi birey olması gerekiyor çünkü ben katliamı anlatıyorum!

Öyle bir şey yok, çünkü Kahramanmaraş Katliamı’nı bir makaleyle de anlatabilirsin, fotoröportaj, televizyon programı yapabilirsin, tiyatro yapabilirsin, vs… Ama niye film yapıyorsun? Film yapıyorsan o film olmak zorunda! Seyirlik olmayan ama çok önemli konulardan bahseden sıkıcı filmler! Böyle bir belgesel tanımı olamaz! Birincisi insanların böyle bir şey yapıyor olması beni heyecanlandırdı. Ben zaten başından beri hep böyle yapmaya çalışıyorum. “Bu film, film olarak izlensin kardeşim!” Yani insanlar gözünü ayıramadan bunu izlesin. Ama o konu şöyle de anlatılabilirdi, böyle de anlatılabilirdi. Olabilir... Ona hiçbir şey demem. Esas olan onun film olarak izlenebilmesidir. Biz illa bize haz veren şeylerden hoşlanmayız. Bir film çok acı bir şey de anlatsa onu çok iyi, mıh gibi anlatıyorsa ondan da bir tatmin duyabiliriz. O acıyı paylaşarak da bir tatmin duyabiliriz.

  • Belgesel sinema şahitlik ettirmek için mi yapılan bir şey?

O daha bilinçli bir kısmı. Şu anda bahsettiğim daha duygusal yanı. Belgeselin gerekliliği diye bir şey tartışılamaz zaten. Bütün tarihi devletin eline bırakmak olur. Esasında kim yazıyor ki insanlığın tarihini? Resmi devletler ve onların hizmetindeki imkanları, parası, koruması olan çok büyük bir güruh yazıyor. Onların dışındaki bir takım kahraman tarihçiler ve belgeselcilerdir hakikatlerin sonraki kuşaklara iletilmesini sağlayan.

Belgesel dünyasına adım attıktan sonra meşruiyetini konusundan, haklılığından alan kötü ve sıkıcı ve en önemlisi film olmayan şeylerle mücadele tarafında yer aldım. Her sene birçok belgeselci insan festivale film seçmek için üç, dört gün buluşuyoruz. Bizlerin, oradaki insanların da filmleri orada oynayabiliyor. İnsanlar eleştiriyor ve ötekiler olgun bir şekilde karşılamak zorunda kalıyor. Türkiye için çok ileri sayılabilecek bir ortamda bir sürü film seyrediyoruz. Diyelim ki faili meçhullerle ilgili bir film geliyor. Anlattığı şeyler elbette ki her dakika konu etmemiz gereken, son derece önemli gerçekler ama film, film değil.

  • Özensiz mi?

Sadece özensiz değil. Bir yerden sonra film diyemiyorsun. Yanlış anlaşılma da olmasın. Ben illa ki insanlar bir şartnameyi okuyup ona göre film yapacak diye düşünmüyorum. Ancak bir şeye film dememiz için asgari olarak yerine getirilmesi gereken koşullar olması lazım. Mesela dört yerine iki ayağı olan, koyduğunda duramayan bir şeye masa diyemezsin. Bu kadar basit bir şey. Bardak diyebilmen için onun altının delik olmaması, içine koyduğun şeyin akmaması lazım. Böyle bir şeyden bahsediyorum. Film de öyle bir şey. Şöyle çok hayırlı bir şey oldu. Bugün çok yoksul, imkanı hiçbir şeye yetmeyecek insanlar dışında kim istese film çeker. Eline geçirdiğin basit herhangi bir şeyle, cep telefonuyla falan bir şeyler çekmen, onları her hangi bir bilgisayarla iyi, kötü kurgulaman mümkün. Böyle bir günde yaşıyoruz. Bu imkanı olmayanların ulaşabilmesi açısından bakıldığında şahane bir şey. Ama azıcık imkanı olup bu araçlara rahat ulaşan bir kesimde de bunlar elinde olunca her şey film olabilir tarzında bir görüş oluştu. Belgeselcilikte bunun üzerine bir de haklı ve doğru bir konudan bahsetmek ekleniyor. Dolayısıyla “yaparız, ederiz” durumu oluştu. Eskiden filmlerin sıkıcılığıyla falan uğraşılırken şimdi bir de bu fasılla uğraşmak gerekiyor. Sonuç olarak insan belgesel yaparken sinema yapabilir, hatta yapmalıdır. Aksi olmaz zaten. Belgesel sadece sinemacılıkla yapılabilecek bir iş de değil. İyi bir belgesel yapan bir insan iyi bir kitap da yazabilir. O konuyu deşeceksin, derleyip toparlayacaksın, vs… Film, süresi çok daha kısıtlı bir şey. Mesela bir kitap 420 sayfa oldu ama 370 sayfa da olabilirdi, 550 de olabilirdi. Kitap böylesi bir şeyken film öyle değil. Her saniyesinde insanları oraya bağlamak gerek. O nedenle bütün bunları toparlayıp, uygun bir sıraya sokup, üstelik ilgiyi de ayakta tutacak şekilde anlatmayı becerebiliyorsan kitap da yapabilirsin anlamına gelir. Öyle olmalı ve esasen öyle de düşünülmeli.

  • Senin ilk belgeselin neydi ve niye onu konu edindin?

Kızlar ve Kökler’di. O biraz ilginç bir tesadüftü. Çünkü Van’da belediyeye bağlı söz konusu kilim atölyesini açan Enver Özkahraman arkadaşım Ender’in babasıydı. Enver Ağabeyin, biraz Ender’den ötürü, çok enteresan bir insan olduğunu falan biliyorduk. Atölyenin sadece bir kilim atölyesi olmadığını, kızların hayatına da birçok şey kattığını öğrenince zaten ilgilendik. Üstüne üstlük bir de Enver Ağabey orada yüz sene önceki yöntemlerle boyalar elde ediyordu. Kilimleri onlarla yapıyorlardı.

  • Bitkilerden mi elde ediyorlardı?

Evet. Adam gidip dağdan bitkiyi topluyor, onları kaynatıyorlar ve o şekilde boyaları elde ediyorlardı. Bütün bunlar gayet güzel bir konuydu. Bir de ben gidip kızların hayat koşullarını öğrenince, “Ben bu kızlardan bu insanları haberdar edeceğim ve bir biçimde ben bu kızlara fayda sağlayacağım” dedim.

 

Kızlar ve Kökler from ümit kıvanç on Vimeo.

  • Bu bir çeşit bir misyon muydu?

Belgeseli yapmaya giderken aşağı yukarı böyle olur diyordum ama oraya gidip oradaki gerçeklikle karşılaşıp, bir kızın ayda yüz lira kazanarak 15 kişilik bir aileye bakma çabasını görünce buraya döndüğümde, bununla ilgili uğraşmaya başladım. On sene hiçbir şey elde edemedik. O arada bir sürü insan atölyeye gitti geldi, küçük küçük faydalarımız oldu ama on yıl sonra Hisar Anadolu Destek Derneği’nden Servet Bey aradı. Onlardan birisi bir şekilde filmi izlemiş. Birbirlerine iletip, sonrasında oraya gidip el attılar. Depremden önce iş 4 – 5 atölyeye ulaşmıştı. Depremden sonra tekrar yeniliyorlar. Bence insanlara çok büyük bir fayda oldu. On yıl sonra da olsa amacına ulaşmış bir film oldu. Aslında tabii ki kızların daha uzun hikâyeleri ve başkaca şeyler vardı ama ben o filmi yaparken “Bunu klip gibi yapacağım” dedim. Bu büyük şehir insanlarına ben bu kızları izleteceğim, derdim vardı. Normalde bir filmde bir takım yerlerde olması gereken esler, nefes alma aralıkları gibi şeyleri dinlemeyip, “Kardeşim gözünü buradan çeviremeyecek insanlar. Buna göre yapacağım bunu” deyip buna göre bir kurgu yapma yoluna girdim. Bu da bana epey bir şey öğretti. O zaman genel olarak üç aşağı beş yukarı başardım da. İzleyenler için film başlayıp bitiyordu. Arada bırakanlar çok olamıyordu.

  • Onu izleyen belgesel hangisi?

Bitti Derken Başladı isminde 1999 Depremi’yle ilgili bir şey yaptık. Değirmendere’den ötede Halıdere var. Orada gönüllü yardım faaliyetleri çok güzel örgütlenmişti. Oradaki yerel belediyeyle falan birlikte çalışılıp yardım açısından düzgün bir durum olmuştu. İki yıl sonra oraya gidip, aradan geçen zamandan sonra durum nedir diye bakıp insanlarla konuştuk. Hem o zamanki gönüllü faaliyetlerinin organizasyonu hem de iki yıl sonrasında insanların olanları unutup iki kat daha fazla çıkmak için belediyeyle uğraşmaları hakkında bir belgesel yaptık.

Bitti Derken Başladı from ümit kıvanç on Vimeo.

  • Bildiğim kadarıyla Dünya Sağlık örgütüyle de işler yapıyorsun, değil mi?

Bağımsız yaptığım işler dışında aynı zamanda Dünya Sağlık Örgütü’ne işler yapıyorum ve onların bir kısmı belgesel diyebileceğimiz işler. Örneğin Five Senses – Beş Duyu diye bir şey yaptık. Aşılara yapıştırılan, aşının bozulup bozulmadığını anlamayı sağlayan VVM (vaccine vial monitors) isminde bir etiket var. Onun onuncu yılı dolayısıyla yapılan bir işti. Vietnam, Endonezya ve Nijer’e gidip birçok şey çektik. Sonuçta ona belgesel denir. İş olarak da birkaç belgesel yaptım. Tekstil ihracatçıları için Made by China isminde bir iş yaptık. Çin malları nedeniyle memleketteki tekstil sektörünün karşı karşıya kaldığı zorlukları anlatıyordu. Böylesi birkaç şey daha yaptım.

  • Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim’den önce yaptığın diğer belgeseller neler?

Bitti Derken Başladı’dan sonra Kazım filmi var [Şarkılarla Geçtim Aranızdan]. Bence Kazım filmi çok önemli, çünkü 3,5 saatlik bir filmi kimse başını kaldıramasın iddiasıyla yaptım. 3,5 saat olmasıyla çok dalga geçen de oldu ama benim anladığım kadarıyla başarılı da oldu. Çünkü insanlar genellikle “Ya ilk dvd’yi izleyelim diye koyduk ama sonuna kadar hepsini izledik” dediler. Kalan Müzik yardımcı oldu, onu piyasaya çıkardık, dört bin küsür tane satıldı. Onun parasını sokak çocukları için çalışan Umut Çocukları Derneği’ne aktardık. Mesela o operasyon benim açımdan süper bir başarıdır. Çünkü Kazım’dan geriye kalanı toparlamak, onunla ilgili herkesle ilişki kurmak falan çok kolay bir şey değildi. Hem o kısmı hallolmuş oldu, hem piyasaya çıkabildi, hem de şu an için iyi bir adette sattı ve 21 bin lira gibi bir para da Umut Çocukları Derneği’ne gitti ki bu herhalde onların için çok ciddi bir para. O da güzel oldu…

Ahmet Kaya filmini [Uçurtmam Tellere Takıldı] “Ümit böyle bir şey yapsa” diye Gülten ve Melis düşünmüşler.  Onlar bana söyledi. Bence o da çok hayırlı bir iş oldu çünkü Ahmet Kaya gibi bir fenomenden bahsediyoruz. Adam öleli on sene olmuş ve ortada bir belgesel ya da başka hiçbir iş yok. O da enteresan bir durumdu. Normalde bir sürü insanın yapmış olması beklenirdi. Neyse, biz derli toplu ve birincil el kaynaklarla yaptığımız için temiz bir iş oldu.

16 Ton tamamı yaklaşık 1,5 senede evde yapılmış bir film. Cumhuriyet’te çalışırken maden kazaları nedeniyle Zonguldak’a birkaç kere gitmiştim. Birinde 103 kişi, bir diğerinde 44 kişi ölmüştü. 12 Eylül öncesinde de birkaç defa gittim. O bölgeyle, maden işçileriyle bir bağım vardır. O zamanki fotoğraflar tek tek müthiş fotoğraflar değil ama bir araya geldiğinde de bir şey oluyor, “Ben bunlarla bir şey yapsam” diye başladım ondan sonra iş dünya tarihi özetlemeye geldi. O da çok hayırlı bir iş oldu ama onda tek bir sıkıntı var. Nazım Dikbaş ve Richard Hamer ile birlikte çevirdik, Richard seslendirdi. Birlikte çok güzel bir İngilizce versiyon yaptık.  Fakat onu dünyaya duyuramadık ve yeterince yaygınlaşamadı. Ben dünyada birçok insanın bunu izleyip “iyi ki böyle bir şey yapılmış” diyeceğini düşünüyorum ama olamadı.

16 Tons from ümit kıvanç on Vimeo.

  • Yaptığın işleri maddi bir kaygın olmadan internette paylaşıyorsun. Neden?

Normalde bir sektörün, belgesel dağıtımcılarının olması ve televizyonların bunları gösteriyor olması lazım. İki sezondur arkadaşlarımla birlikte televizyon dizisinde çalıştım, iyi para kazandım, paramız da düzenli ödendi. Utanmayacağımız bir iş yaptık. Bunlar tabii çok güzel. Ama ben hayatta niye televizyon dizisinde çalışayım ki? Neden yani? Normalde kıt kanaat geçinmeye itirazı olan bir insan değilim. Ama yaptığımız işler para gerektiren işler. Mesela bin dolar, iki bin dolara bir tane objektif vs. alıyorsun. Yoksa benim hayatta çok paraya ihtiyacım yok. Ama hiç para kazanmadan hiçbir şey yapamayız ki. Mümkün değil! Ve bizim televizyonların hiçbir zaman ilgileri olmadı. O da ilginç. “Kardeşim sen Kürtçe film yapıyorsun. Tabii ki göstermez” diyebilirsin ama olay öyle değil.

Bir film yapıp, bir de internete koyduğunuz zaman artık onu kimse yok edemiyor. Böyle bir şey var. Dijital bir şey kopyalanabilir anlamına geliyor ve ben zaten buna açık bir iş yapıyorum. Filmleri internete koyuyorum. Hatta bunun o filme harcanan emeği küçülttüğünü falan söyleyenler var. Bunun da doğru bir tarafı var. Mesela bir film ile ilgili birisi bana vimeo sayfasında mesaj atmış. “Abi niye orjinalini indirmemize izin vermiyorsun ki” diye. Ben de “Farkındaysan burada bir eser var. Bir insan oturmuş mesela bir sene uğraşmış bunu yapmak için. Zaten bedava izleyebilir durumdasın. Bir de niye illa ki karşılıksız aslına sahip olmak istiyorsun” O da “Hakikaten, doğru” dedi. Çünkü bu çok normal kabul ediliyor. Halbuki bir şeyi yapmak için aylarca uğraşıyorsun.

Bu arada Nazê’yi hiç anmamış olduk. Nazê, yaptığım en önemli işlerden birisi. Nazê, Yüksekovalı, 105 yaşında bir kadın. İrfan Aktan’ın da babaannesi. Hayatı üç ülkede geçmiş. Onunla günlerce konuştuk. Bence o sinemasal olarak da anlamı olan bir filmdir. Gerçi hayatımda bir defa yarışmaya girdim. Orada da jüri ya da jüriden birileri Nazê filmi hakkında “Bu ne ya, sözlü tarih çalışması gibi” demiş ama ben öyle düşünmüyorum.

  • Belgesel sinemacılık dediğimiz şey öyle de olamaz mı?

Olamaz. Bence olmaması gerekir. Sözlü tarih çalışması yapıyorsan gidip o insanın yüzünün doğru düzgün görüleceği şekilde kamerayı koyarsın. Sesi de düzgün kaydetmeye çalışırsın. Budur yani! Çünkü orada o insanın anlattıkları önemlidir. Onlardan ne yapacağına dair bir fikrin yoktur. O insan güzel bir görüntü içerisinde çekilirse de o ekstra bir şeydir. Ama sözlü tarihte bundan daha fazlası gerekmez ki. Sinema yapıyorum diyorsan başında belgesel olunca o sinema yapma mecburiyetini ortadan kaldırmıyor.

  • Belgeselcilikte kendine bir mesele seçiyorsun, o meseleyi dert ediniyorsun. Ve dert edindiğin o mesele üzerinden hayatının bir dönemi kaçınılmaz olarak o meselenin kendisi oluyor. İş bittikten sonra ne oluyor? Sen bunu nasıl yaşıyorsun ve sana ne kalıyor?

Belgeselde genellikle bir takım insanlarla ilişkiye geçtiğin için hayatta daha sonrasına uzanan bir takım ilişkiler kalmış oluyor. Önceden tanımadığın, ama bu işi yaparken tanıştığın birileriyle hayatında bir ilişkin olmuş oluyor ve bir şekilde o genellikle sürüyor.

  • Anladığım kadarıyla bu kitap, yazı yazmak vs gibi bir iş değil?

Değil. Bir yere gidiyorsun, o yeri görüyorsun, artık o yer sürekli senin zihninde olan bir görüntü oluyor. Afrika’ya gittim, ondan sonra bir daha kendime gelemedim. Şimdi böyle söyleyince insanlar inanmaz ama musluğu ne zaman açsam aklıma birkaç Afrika görüntüsü geliyor. Çünkü biz, Afrika sıcağında suyun olmadığı bir takım köylere gittik. Suyu yok resmen! Böyle söyleyince hakikaten anlaşılmıyor. Su yok! İnsanlar kilometrelerce öteye gidip taşıyabileceği kadar suyla geri geliyor. “Ah, duşumuz akmadı” falan diye yaşayan büyük şehir insanları olarak bu devirde böyle yerlere gittik. İşin böyle bir tarafı var.

Bir konu artık senin konun olmuş oluyor. İster istemez o konuyla başka konulara göre daha ayrıcalıklı bir ilişkin oluyor. Sen o konuda bir şey yapmış olduğun için insanlar da sana gelmeye başlıyorlar. Belgeselcilik, bu anlamıyla biraz enteresan bir şey. Bizim birçok arkadaşımız bu durumda. Birileri üzerine film yapıyor, sonra onların bir takım meseleleriyle o ilgilenmek durumunda kalıyor. Zaten gittiğin insanlarla sahici bir ilişki kurduysan öyle olur. Başka da nasıl olacak ki? Öyle oluyor… İçinden çıkmak biraz zor oluyor. “Yaptım, bitti. Döneyim arkamı” diye bir şey olmuyor.

  • Bir sene önce hepimizin bir şekilde her gün aklına düşen, “unutursak kalbimiz kurusun” dediği bir katliam gerçekleşti. Sen Roboski’ye gidip öldürülenlerin yakınlarıyla görüşüp Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim isimli bir belgesel yaptın. Roboski’ye kadrajdan bakmak nasıldı? Bu belgesel nasıl ortaya çıktı?

Ben, çok sinirlendim! Hem olayın kendisine çok sinirlendim hem de olaydan üç gün sonra sokaklarda çılgınca yılbaşı kutlanması çok asabımı bozdu. Bir de şu konuya çok takmış durumdayım: Herhangi bir ülkede 40 – 50 bin kişinin öldüğü bir şey var ve insanların bu olayla ilişkisi acınacak şekilde, onursuzca ve çok saçma. Böyle bir şey olmaz! Hadi toplumun çoğunluğu Kürtlerle bir duygudaşlık göstermiyor. E kendi çocukları da ölüyor! Bunu da son derece normal bir şey gibi görüyorlar. Çok acayip bir durum var. Çünkü bu topraklarda insan ölümünde, insan öldürmekte, hele ki devletin öldürmesinde garip bir meşruiyet var. Tabii ki bu çok asap bozucu bir şey. Artık bu olay da kör göze parmak! Orada neyin ne olduğunu herkesin bildiği bir şey cereyan ediyor ve sen 34 tane insanı jetlerle bombalayarak öldürüyorsun. Sonra da yılbaşı kutlanıyor! Ölen insanlar tek tek birer insandı kardeşim ya! Birisinin çocuğuydu, birisinin nişanlısıydı… Bu tip durumlarda ölenler hakkında biraz böyle düşünebilse insanlar işler zaten değişir. Ben de esas olarak öyle bir şey yapmayı düşünüyordum. İnsan Hakları Derneği’yle MazlumDer’in “Otuz Dört Yalnızca Bir Sayı Değildir” diye ortaya attıkları Roboski Adalet Platformu çalışmaları bu nedenle çok anlamlıydı. Ben onlarla bağlantı kurmayı düşünürken onlar beni aradılar. Onun için de iyi bir tesadüf oldu.

Şöyle bir şeyi yapmayı istedim. Bu film Kürtlere bir şey anlatmak için yapılmadı. Bu konuda en ufak bir vicdan kıpırtısını dahi göstermeyenlere dairdi. Vicdan her insanda vardır. Bu inkâr edilebilir bir şey değildir. Bir insan mutlak olarak vicdansız olamaz. Öyle bir şey mümkün değildir. O vicdanın harekete geçirilmesi halinde de hayatta bir sürü şey hallolur. Benim de derdim o. Onun için böyle bir şey yaptım. Biz esas olarak o filmde “Ya işte bak, bir tane çocuktu o. Şöyle biriydi. Ve bu kadar saçma ve gaddarca bir şekilde yok edildi. O yok edildikten sonra da arkaya böyle bir şey kaldı”yı anlatmak istedik. Tabii ki sonuçta bu bir belgesel film ve “Orada insanlar nasıl bir ortamda yaşıyor? Nedir?” sorusunu doğrudan konu başlığı etmeden bunları da anlatabilmeyi amaçlayan bir film. Bu kalacaktır artık ve bu vicdan yarasını insanlar görecek, bununla temas edecek, buna dokunacak.

  • Roboski maalesef bu memlekette, katliamlarla dolu tarihte yaşadığımız hadiselerden bir tanesi.

Yine de özel bir tanesi ama…

  • Evet, fazlasıyla özel bir tanesi. Belki de Sivas gibi özel bir tanesi…

Sivas bunun kadar özel değil. Sivas’ın da dahil olduğu bir dizi olayda belli birileri yine belli birilerini kışkırtıp yine belli birilerini katlettirdi. Biz bunlardan çok yaşadık. Bu bahsettiğim onu katliam olarak küçültmek değil.

Bir kere Roboski’nin özel olması öldürülenlerin doğal bir hedef olmamasından. Kimdi ki onlar? Kürttüler... Tamam da bütün Kürtler jetlerle bombalanmıyor. Kaçakçıydılar desen o da zaten oradaki askerin bilgisi dahilinde olan bir olay. Bir de sınır bölgesinde jetlerle bombalanma. Arkasından alınan tavırlar. Hükümet bir yandan el altından bunun kendisine kurulmuş bir tuzak olduğunu yayarken bir yandan olayı sahiplendi. Bunu özel kılan bir sürü unsur var. Özellikle oluş biçimi ve öldürülenlerin kimliğinden ötürü özel bir olay.

  • Peki bütün bunlarla nasıl halleşeceğiz? Vicdan dedin…

Vicdan dışında insanları kurtaracak bir şey yok. Çünkü siyaset kimin elinde olduğuna bağlı olarak hemen kirlenebilen ve nitelik değiştirebilen bir şey. Sosyalizm insanların kurtuluş umuduydu ama Stalin’in elinde faşizan bir iktidar aracına dönüşebildi. Kızıl Kmerler’in elinde bir ülke nüfusunun %35’ini katletmeye götüren bir şeye dönüşebildi. Sosyalizmden daha temiz, daha halisane bir şey mi vardı? Ama o bile bir gaddarlık aracına dönüşebildi. Ya da dinler insanları birbirini gırtlaklamaya çağırmadı ki. Tam tersi bir çağrıyla ortaya çıktılar, ama hepsi zaman içerisinde zulüm araçlarına dönüşebildiler. Başka bir şeye dönüşemeyecek olan güç bir tek vicdandır. Ya iptal olur ya da ortadaysa bir yönde rol oynar. Başka yönde rol oynayamaz. Onun için esas olan, üstüne bir şey kurabileceğimiz şey vicdandır. Kendi başına bıraktığın zaman akıl, bilim atom bombası yapar.

Düşün ki insanlığın bu güne kadar üretebildiği en güçlü kavram nedir? Allah ya da Tanrı kavramıdır. Bana sorarsan o vicdanın ilahi bir seviyeye tercümesinden başka bir şey değildir. Esas güç vicdanda. İnsanı ne ayırt ediyor ki? Akıl mı ayırt ediyor? Akıl şüphesiz ayırt ediyor ama…

  • Esasında akıl zalimleştirmiyor mu? Vicdanın üzerine konumlandırılan bir şey değil mi?

Tek başına akıl zalim bir şey değil, nötr bir şey. Akılla çıkar ya da hükmetme güdüsü, başkalarından daha iyi olma güdüsü bir araya gelince başka sonuçlar oluşuyor. Ki insanların davranışlarına yön veren temel güdü başkalarından daha iyi olma güdüsü. Daha çok tüketmekte bile böyle bir güdü var. “Bak şunlar bunu tüketemiyor. Ben bunu alabiliyorum”da da böyle bir şey var. Bunların hepsini birden halledecek şey vicdandır. Seni “Şurayı ele geçireyim. Şu petroller benim olsun. Şuradaki yüz bin kişi de o arada ölürse ölsün” demekten alıkoyacak vicdan dışında ne olabilir ki? Rasyonel olarak baktığında çok mantıklıdır.

  • Vicdan nasıl harekete geçebilir?

Ben insanların vicdanlarına seslenmek amacıyla bir şeyler yapabilirim ama onun nasıl harekete geçirileceğini bilemem. Yapabileceğim tek şey seslenmektir ve bu vicdanlara seslenilebileceğine dair inançtır. Yani, bu da belki bir inanç. Belki akılla mantıklı bulunabilecek bir şey olmayabilir.

  • Peki Roboski sonrası vicdansız tepkiler aldın mı?

Aldım tabii ki... Her yerde anlatıyorum işte. Sanki böyle bir şey yapmakla kabahat ettik manasına gelen tepkiler aldım. “İnsan hakları sosyetesi el atınca oradaki çocuklar da masum çocuklar gibi gösteriliyor” gibi laflar. Mesela bunu söyleyen insan tabii ki vicdansız. Sonuçta bu bir film. İnsanların önüne konuluyor. İnsanlar birçok açıdan beğenmeyebilirler, yetersiz bulabilirler falan filan… Bunların hepsi mümkündür. Ya da birisi “Şu dönemde Roboski’yle ilgili böyle bir iş değil de şöyle bir iş yapılmalıydı” diyebilir. Tabii ki bunlar tartışılabilir şeylerdir. Ha benim tercihim bu! Bunu yapmış olmamda bir yanlışlık bulunmasını benim aklım almaz ama bir şeyleri kötü, başarısız yapmışsam insanlar tabii ki söyleyecektir. Ama benim aldığım tepkiler öyle değil. Benim aldığım tepkiler “Sen gidip niye böyle bir şey yaptın” manasına gelecek tepkiler. Yapmasak daha mı iyi olacaktı?

Ümit Kıvanç’ın işlerini şu adresten izleyebilirsiniz: http://vimeo.com/umitk

Kategoriler

Genel