Fotoğrafçı Berge Arabian, Agos’un kültür sanat sayfalarında kaleme aldığı ‘Lensler konuşabilseydi’ başlıklı köşesinde, çektiği fotoğrafların hikâyelerini anlatıyor.
Beylikdüzü pazarına kim bilir kaç kez gitmişimdir. İstanbul’daki ilk yıllarımda o bölgede bir sitede oturuyordum. Yan taraftaki fırından ekmek almak için bile güvenlik kapısından geçmek gerekiyordu. Bahçeleriyle, restoranıyla, havuzuyla, güzel olmasına güzel bir siteydi ama etrafta geniş caddeler, benzer siteler, alışveriş merkezleri ve dükkânlardan başka bir şey yoktu; sokaklarda insan da göremezdiniz pek. Beyoğlu’na ya da Beşiktaş’a gitmek en az iki saat sürdüğünden, kendimi hapsolmuş gibi hissediyordum. Bu yüzden, pazarın kurulduğu günler mutluluk kaplardı içimi. Kalabalıkları, özellikle de pazarcıların ürünlerini bağırarak, bazen de şarkı söyleyerek satması çok hoşuma giderdi. Muhteşem bir keşmekeş... Pazara giderken, insanların fotoğraflarını çekmek için fotoğraf makinemi de yanıma alırdım. Tabii, poz verenler çok olurdu. Pazarcılar hep fotoğraflarını çekmemi isterlerdi, ben de “Olmaz” demezdim. Beni görür görmez “Hey, fotoğrafçı abi, çek, çek!” diye bağırır, kollarını en yakındaki yardımcılarının omzuna atarak ya da sattıkları mallardan birkaçını ellerine alıp bana göstererek poz verir, böylece doğal kareler çekme çabalarımı boşa çıkarırlardı. Ama arada bir ilginç bir şeyler yakalamayı başarırdım – civcivler için pazarlık yapan bu yaşlı kadın gibi... Onu görür görmez, çehresini ve sevimli civcivleri içine alan, iyi bir kare çekebilmek için hemen satıcının arkasına geçmiştim. Kadın pazarlığı sağlam bir indirimle tamamlayıp üç civciv seçti, sonra civcivlerin birini bana uzatarak “Bu da sana” dedi. Şaşkınlıktan kalakaldım. Böyle, kimsenin ruhunun duymadığını düşünerek birilerinin fotoğrafını çektikten sonra, en baştan beri beni izlediklerini fark etmişliğim çoktur. Gözlemcinin gözlemlenmesi durumu... Tuhaf bir duygu; başkalarının da, etraflarında olan bitenin senin kadar farkında olduğunu bilmek, insana daha mütevazı olmayı öğretiyor.
Her neyse; kadının hediyesini kabul etmem imkânsızdı. O zamanlar Türkçem o kadar kötüydü ki, nazikçe reddetmek için, anlamamış gibi yapıp gülümsemekten başka çarem yoktu. İşin doğrusu, bir apartman dairesinde minik bir civcivle nasıl başa çıkabileceğimi bilmiyordum. Ayrıca, civcivler konusunda şansım hiçbir zaman yaver gitmemişti. Küçük yaştan itibaren birçok civcivim olmuştu. Kamışlı’dayken, bazen babam, bazen de aile dostlarımız, hasat dönüşü bana civciv getirirdi. Sonra Beyrut’ta, mahallemize sık sık civciv satan sokak satıcıları gelirdi, ben de bir-iki tane alırdım bazen. Tabii, her defasında, civcive hemen âşık olurdum. Bu kadar sevimli bir yaratığa kim âşık olmaz ki... İlk iş, karton bir kutu bulup içinde delikler açardım. Sonra kutuya bir tas su koyar, biraz da bulgur serperdim. Bir civcivi yaşatmak için bunlar yeterliydi. Gelin görün ki, benim civcivlerim için hiçbir zaman yeterli olmadı. Her defasında ilk gün çok eğlenceli geçerdi; civcivin hareketlerini, yiyip içmesini izler, çıkardığı sevimli sesleri dinlerdim. Gece birkaç kez kalkıp onu yoklardım. Fakat ikinci ya da üçüncü gün, olan olurdu. Nedendir bilmem, hastalanırlardı. Gözlerinden anlardım. Gözlerinin içinde şeffaf, süt gibi bir beyazlık görürdüm. Civciv gözlerini açık tutmakta zorlanarak, kutunun bir köşesinde öylece, öne doğru eğilmiş hâlde dururdu. O görüntü yüreğimi parçalardı. Korktuğumun yine başıma geleceğini, hayvancağızın öleceğini anlardım. Böyle epey bir civcivim ölmüştür. Velhasıl, evet, Beylikdüzü pazarındaki o kadını anlamazlıktan gelmeye mecburdum.
İngilizceden çeviren: Altuğ Yılmaz